Şadi İdem

  • Uzlaşmak mı? Yüzleşmek mi?

    Bazı kavramların kutsal bir halesi vardır. Bu kutsal hale o kavramı tarihin ve mekânın dışına itip, tartışmasız her daim “iyi” ve hayırlı bir anlamla yükler. Ne var ki kavramları bağlamından kopardığımızda, çoğu kez o kavramın birbirine zıt anlamlarla yüklenmesi pekâlâ mümkündür. Örneğin bugünlerde dilimize pelesenk olan “uzlaşmak” kavramını ela alalım. En basit tarifle uzlaşmak, tarafların karşılıklı olarak bazı taleplerinden vazgeçip, ortak bir noktada mutabık kalmaları anlamına gelir. İlk bakışta çok olumlu bir tavır olarak algılanan bu davranış, pekâlâ bir muharebenin ya da   savaşın her hangi bir anında, komutanlar tarafından yapılmış taktik bir manevraya da işaret edebilir. Öte yandan nerede uzlaşılacağı ve bu uzlaşmanın doğuracağı sonuçlar da meselenin bağlamından bağımsız ele alınamaz. Sorunları çözmeyi değil ertelemeyi hedefleyen bir uzlaşmaya sırf taraflar uzlaştı diye sevinmeli, böylesi bir tavrı hayırlı bir işmiş gibi alkışlamalı mıyız? O yüzden uzlaşmadan bahsederken gerçekte neyi talep ettiğimizi, nelerden vazgeçeceğimizi ve nihayetinde tüm bunların toplumsal ilişkilerimizi ve kurumlarımızı daha adil, daha demokratik ve daha iyi bir noktaya taşıyıp taşımayacağını da düşünmeliyiz.

  • Toplumsal Hareketler Forumu 2007

    Toplumsal Hareketler Forumu, 2007, TMMOB, ANKARA.
    Şadi İdem, Toplumsal Ekoloji Grubu; buyurun.

    Arkadaşlar; merhaba.

    Aslında bugün burada olmaktan dolayı gerçekten çok mutluyum; bilmediğim pek çok şey öğrendim bugün. Eski dostları görme fırsatım oldu, zira Diyarbakır’dan buraya gelmek aslında hem iş yoğunluğu, hem diğer nedenlerden dolayı her zaman çok kolay değil. Kendi açımdan baktığımda sabahtan beri dinlediklerimden öğrendiğim en güzel şey, aslında Ümit’in de biraz önce bahsettiği gibi, Türkiye’de ekoloji hareketinin, gerçekten tabana dayalı bir ekoloji hareketinin kendiliğinden de olsa, sorun odaklı da olsa yavaş yavaş yeşermeye başlaması. Bu bence çok güzel bir şey, çünkü biz çok önceleri bunları özellikle Bergama hareketinde yaşadık, bir ara Akkuyu’ da benzer şeyleri yaşadık, ama tabiri caizse bir türlü bu hareketleri kurumsallaştıramadık, hep birbirinden bağımsız parça parça hareketler olarak kaldık. Aslında belki burada şunu söylemekte yarar var; şimdi yeni bir hareket yeşeriyor. Daha doğrusu pek çok yerden yeni ekoloji hareketleri yeşeriyor, ama öz olarak politik, taban inisiyatifine dayalı ekolojik bir hareket yeşeriyor, ancak bu hareketin bütün olarak ya da parça parça da olsa apolitikleşme riski var, tıpkı geçmişte yaşadığımız gibi. Sadece ülkemizde değil, Avrupa’daki bazı ekoloji hareketlerinin tarihinde de buna tanıklık ettik, maalesef.

  • Neden ‘sol-ekolojik’ bir düşünceye ihtiyacımız var?

    Ekolojik ve toplumsal sorunların iç içe geçtiği ve giderek şiddetini arttırdığı bir çağda yaşıyoruz. Bir yanda giderek artan gelir dağılımındaki adaletsizliğe eşlik eden ekonomik ve sosyal yoksulluk ve yoksunluk durumu, öte yanda ekolojik problemlerin daha hissedilir olduğu bir ekosistem. Gerek toplumsal dünyamızda gerek insansız doğadaki yoksunluk ve erozyon, birbiriyle yarışmakla kalmıyor adeta içiçe geçip çığ topu gibi büyüyor. Öyleki önceleri sadece ekoloji-yeşil çevrelerde dillendirilmeye çalışılan iklim değişikliği meselesi, ki günümüzün en acil ve önemli meselelerinden biridir, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin yayımladığı son rapor (1) ile magazin programlarını bile süslemeye başladı.

  • Vicdanımdaki Ama(n)sız Darbe İzi

    Vicdan, ‘kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç’ olarak tanımlamış Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde. Gelin son zamanlarda ülke olarak yaşadıklarımızı vicdanımızın süzgecinden geçirelim. Belki de böylece kesif sis perdesiyle örtülü yaşamlarımızdan aydınlığa çıkma fırsatımız olur, kim bilir.

    İlk olarak son dönemde Türkiye’de yaşanan gelişmelere nasıl tepki ver(me)diğimizin muhasebesini yapmalıyız elbette. Ardından demokrasi, özgürlük gibi değerleri sadece bizim gibi olanlar söz konusu olduğunda değil, ‘öteki’leştirilen herkes için su gibi, ekmek gibi, hava gibi hayati bir değer olarak savunup savunmadığımızı tartmalıyız vicdanlarımızda. Son günlerde ülkemizde yaşadıklarımızı daha doğrusu yaşananlara verdiğimiz tepkileri vicdan imbiğinden geçirdiğimizde manzaranın iç acıcı olduğunu söylemek mümkün değil maalesef. Hükümetiyle muhalefetiyle siyasi partilerin çoğu gibi kamuoyu olarak, bizim de bu manzaradan muaf olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

  • Tencere Dibin Kara...

    Son günlerde Fransız Parlamentosu’nda kabul edilen “Ermeni soykırımının inkârını cezalandıran yasa”ya verilen tepkilere yoğun olarak tanık oluyoruz. Bu yasanın neden çıktığı ve çıkış zamanı üzerine muhtelif yorumlardan geçilmiyor malûm. Bir yenisine daha ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum doğrusu.

    Yasalar ile tarihin yazılamayacağını, ifade özgürlüğünü engelleyen her türlü yasanın ya da çabanın hangi parlamentodan, hangi toplumsal kesimden ya da ülkeden gelirse gelsin anti-demokratik olduğunu ifade etmeme gerek var mı bilmiyorum. O yüzden bugün Fransız Parlamentosu’nun bu yasayı çıkarmakla özgürlükler hanesine kara bir leke sıçrattığı doğrudur.

  • Ortadoğu Üzerine Politik Ekolojik BİR Düşünme…

    Bugün ekoloji denilince daha çok çevre, politika denince ise yüksek siyaset anlaşılıyor. Belki de bu yazıya başlamadan önce politik ekolojiden söz ederken, ne yüksek siyasetten ne de sadece çevremizden bahsetmediğimizi vurgulamalıyız. Çevrenin imlediği insanın ve toplumsal ilişkilerin dışında, hatta çoğu kez ondan bağımsız bir dışsal nesneler yığınından daha fazlasını kastediyoruz ekoloji derken. Tıpkı politika derken, modern yüksek siyasetin kurallarınca şekillenmiş, iktidar olma amacı ve şiarı temelinde yükselen, bu şiardan güç alan ve bu şiara güç veren bir ilişkiden bahsetmediğimiz gibi.

  • Çeşitlilik İçinde Birlik

    Birgün: Varolan ekolojik krizin bir muhasebesini yapabilir misiniz? İçinde bulunduğumuz tablonun oluşturduğu manzarayı tarif edebilir misiniz?

    Şadi İdem: Bugün içinde bulunduğumuz ekolojik krizi toplumsal bağlamdan bağımsız ele alamayız. Yaşadığımız ekolojik krizin kökeninde toplumsal ilişkilerimiz yatıyor. İnsan olarak bir birimizle ve doğanın geri kalanıyla kurduğumuz ilişkileri irdelemeden; içinde yaşadığımız kapitalizmi ve bunun yanı sıra her türlü toplumsal hiyerarşik yapıları ve tahakküm ilişkilerini ve erkek egemenliğini sorgulamadan, bu muhasebeyi tam ve doğru olarak yapamayız.

  • Modern Zamanın “Mezar Kazıcısı”: KATRİNA-11

    Tarihi o zamana dek süregiden akışında kesintiye uğratan, ya da daha farklı bir mecraya sokan, algılarımızı ve yaşamımıza dair herşeyi değiştirebilme potansiyeline sahip olan… Amerika Birleşik Devletleri ve dünya tarihinde 11 Eylül saldırıları ve ardından yaşadıklarımız böyle bir “tarihi olay”dır örneğin. Olay ABD’de gerçekleşmiş olsa da etkisi tüm dünyada, hatta en “ırak” köşelerde bile acı ve ızdırap içinde yaşanmaktadır. Başka bir “tarihi olay”da gene ABD’yi vuran “Katrina” kasırgasıdır. Etkisinin 11 Eylül saldırılarının yarattığı çapta olup olmayacağını bilemiyoruz ancak, şimdiye dek en az onun kadar “yankı” bıraktığı gözükmektedir. Benzerlikleri ve farklılıklarıyla bu iki olayı nasıl okuyabiliriz? Her ikisinin de Eylül ayında ve ABD’de olması dışında ne gibi ortak noktaları vardır?

  • Sürdürülebilir Kalkınma mı? Yaşam mı?

    Dünya Sağlık Örgütü sağlığı, kişinin ruhen, bedenen ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamaktadır. Buradan hareketle birinin sağlıklı olması demek sadece sakat ya da hastalıklı olmaması demek değildir. Bedeni kadar sosyal ilişkilerinin ve çevre ile ilişkilerinin de sağlıklı olması demektir. Bundan dolayı, pek çok düşünür bir toplumu ya da yaşam biçimini değerlendirirken en iyi göstergelerden birinin sağlık hizmetleri ve sağlık parametreleri olduğunu düşünmektedir. İnsana ve doğaya verilen değer insanların birbirleriyle ve doğal çevreleriyle kurdukları ilişkiler, bu ilişkilerden beslenen ya da beslenmeyen toplumsal, politik ve iktisadi ilişkilerine ve kurumlarına yansır. O yüzden bu yazıda sağlık ve ekolojiyle ilgili sorunlardan yola çıkarak egemen kalkınma anlayışının irdelenmesi amaçlanıyor. 

  • Küreselleşme, Yerel Yöneti̇mler Ve Sol

    1980'lerin başından itibaren hızlanarak ilerleyen küreselleşme sürecinde kapitalizm neo-liberal iktisadi uyum yasalarını "uyumun toplumsal boyutları" nı hafifletecek toplumsal-politik kurum ve ilkeler ile tamamlamaya çalışıyor.

    İktisadi uyum yasalarının vahşiliğine karşılık politik uyum yasaları olarak adlandırabileceğimiz bu yasaların öne sürdüğü kurum ve ilkeler kapitalizmin "insani vechesi" olarak sunulmaktadır. Bu şirin ve yaldızlı ambalajın üstünü hafifçe kazıyınca serbest piyasanın o bildik yüzüyle karşılaşırız; Kar maksimizasyonu ve sermayenin sınırsız, kuralsız yayılımı amacıyla halkların ve doğanın fütursuzca yok edilip tüketilmesi. Tüm bu politik ilkelerin ve taleplerin ne için, kimin için olduğu sorusunu sorduğumuzda tek bir yanıt alırız: çok uluslu şirketler ve sermaye için kalkınmanın "sürdürülebilir kalkınma" adı altında sorgusuz süalsiz bir şekilde devam ettirilmesi .

  • Hayır! Nükleer Enerji Bir Alternatif Değildir

    Bugün insanlık, 1950’lerden itibaren, yaklaşık yarım asırdır nükleer enerjinin doğa ve insan üzerindeki telafi edilmesi mümkün olmayan etkileriyle yüz yüzedir. 1940’larda Hiroşima katliamı için düğmeye basan zihniyet, 1957’de İngiltere’deki Winscale, 1970'lerde Kuzey Amerika’daki Tree Miles İsland, 1986’daki Çernobil faciası ve en son 30 Eylül 1999'daki Tokamiura Kazasına da neden olan zihniyettir. Bu nükleer faciaların en sonuncusu Tokaimura kazasının, dünyanın en gelişmiş teknolojilerinden birine sahip olan Japonya’ da gerçekleşmiş olması, bir kez daha nükleer enerjinin en "ileri" teknolojilere sahip ülkelerde dahi ne kadar tehlikeli olduğunun canlı bir kanıtıdır.