Emet Değirmenci

  • “Sınırlı bir Dünya’da Sınırsız Büyümeyle Nereye...”

    Fikret Başkaya ile Son Kitabı Üzerine Söyleşi

    Emet Değirmenci: Uygarlık Paradigmasını Değiştirmek kitabınız için kutlarım. Kitap gerçekten konuyla ilgili serinin bir toparlaması niteliğinde olmuş. Sizinle ekoloji ve toplum temelinde yaptığım bu beşinci söyleşimizde kapitalizmin son iki yüz yılını kapsayan endüstriyel dönemde insan-doğa ilişkisi üzerine yoğunlaşmayı öneriyorum. İnsan sadece yeryüzündeki doğanın değil, kozmolojik bütünlüğün de bir parçası iken tüketim toplumunun uzattığı aldatmalara kandı. Nitekim kendine yabancılaştırılması ürkütücü sonuçlara ulaştı. Artık sadece insan merkezli yaşamın (Antroposen) vurgusu değil, kendinin bir özelliği olan alet yapması onu teknolojik üstünlüğüyle neredeyse robotların dünyasına hapsetme aşamasına geldi. Kitabınızda halihazırdaki sosyal, ekolojik ve ekonomik (çok boyutlu) krizi kapitalizmin son krizi olarak nitelendiriyorsunuz. Bir başka deyişle bu krizden çıkamaz çünkü dünyanın kaynakları bitti demek anlamında sanırım. Bu çöküşün en önemli yansıması ise etik ve ahlâk alanında görünüyor. O halde bizi sadece kapitalizmin büyü ya da öl düsturu keskin çizgilerle ayırmıyor. Aynı zamanda kendi elleri ve aklıyla yaptığı bu tekno-fetişizmin bataklığına da batmış insan, tekrar nasıl insani değerlere kavuşabilir?

    Fikret Başkaya: Paradigmayı değiştirmek gerekiyor ama fazla geç kalmamak kaydıyla... Zira, geç kalınırsa geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Paradigmayı değiştirmek de düşünce tarzımızı, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı ve doğayla ilişkimizi değiştirmeyi gerektiriyor. Geride kalan dönemde iki “kopuş” söz konusuydu: Varlıkla-bilinç ayrımı ki bu dinlerin eseriydi. Beden ruhtan ayrı sayıldı, insanın kötü yanı hayvanlara fatura edildi; ikincisi, modern çağın başlarında doğaya, Kartezyen bir yaklaşım egemen oldu: İşte “insan doğanın sahibi ve efendisidir” saplantısı… Bence bu iki kopuşa dair kafa yormak gerekiyor. Bu ikili kopuşun bugünkü tablonun ortaya çıkmasında önemli bir payı olduğunu düşünüyorum…

  • Akbelen’de kömür sanayisi için kesilen ağaçlar bize neler söylüyor?

    Milas'ın İkizköylüleri dört yıldır sürdürdüğü haklı yaşam mücadelesine daha da derinden hançer yedi!

    24 Temmuz sabahı erken saatlerde, beşli çeteden Limak'ın kesim ekipleri, jandarma ve TOMA'lar eşliğinde Akbelen Ormanı'na girip ağaç kesim işlemine başladı. Gerekçe, ekonomik ömrünü tamamlamış Kemerköy ve Yeniköy kömürlü termik santralleri için ham madde sağlamak!

    İkizköylüler, uzun süredir verdikleri hukuk mücadelesiyle ve son iki yıldır da bizzat 24 saat nöbet tutarak 740 dönümlük Akbelen Ormanı'nı korumaya çalışıyorlar. Türkiye ekolojisi açısından kalan bu neredeyse tek yerel kızılçam dokusunun korunmasının neden hayati önem taşıdığını ekolojistler açıklamıştı: "Akbelen, bölgenin yağmur toplama havzasıdır. Köylüler topraklarını satmasa bile su varlıkları ortadan kalktığında bu arazilerde tarım yapma imkânı da ortadan kalkacak."[1] Bilindiği gibi Milas zeytini, kalitesiyle Avrupa çapında coğrafi işaret almayı hak etmiş durumda. Kesilmek istenen ormanlık alanın bir kısmı da zeytinlik. Zeytin ise köylülerin başlıca geçim kaynağı.

  • Yangın Ekonomisi Değil, Yangın Ekolojisi

    Akdeniz’deki yangınlarda yalnızca arılar değil, tozlaşmayı sağlayacak meyve sinekleri dahi yandı. Yerel biyoçeşitliliği geri getirmek için merkezi olana değil, yerel seslere kulak vermeliyiz.

    Ağustos ayında birbirinin peşi sıra gelen yangınlar bölge insanını perişan etti. Gelecek yıllara hazırlanmak için tüm bunlardan hem doğa hem de canlılar adına ne dersler çıkarmalıyız, şimdi ona bakalım.

    2019 yılında bir türlü söndürülemeyen ve tüm Avustralya kıtasını etkileyen yangınlarda oradaydım. Bazı günler adeta adanın tümü yanıyor, son dileklerimi yakınlarıma iletebilir miyim korkusunu yaşadığım günler olmuştu… Bu yaz Türkiye’de yaşadığımız yangınlar onunla kıyaslanır ölçüde değildi. Fakat her yangın başlı başına korkunçtur. Marmaris tarafında, yaşadığım yere yakın olan yangınlarda benzeri bir korku ve çaresizliği hissettim. Özellikle geceleri yanan canlıların et kokusunu duymak en kötüsüydü.

  • Nereden Geliyor Bu İnsan Sevmezlik?

    Son yıllarda dünyanın çevre felaketleriyle altüst olması nedeniyle insan merkezli yaşama Antroposen adı kondu. Ancak çoğu insanın ağzına pelesenk olmuş bir deyiş var; “Dünyayı bu duruma insanlar getirdi.” Her insanı aynı kefeye koyarak tüm insanlık dünyayı bu hale getirdi demek ne derece doğru? Bu durumda insanlı doğanın hepsi suçlu duruma düşmüyor mu? İnsansız olan doğa ise vahşi doğaydı.

    Oysa bu işin iki yüzü var; bir yanda bilinçli olarak doğayı maddi kaynak deposu olarak gören kapitalist zihniyet. Diğer tarafta (azınlık da olsa) dünyayı tüm canlılar için yaşanılır kılmaya çalışan sorumluluk sahibi insanlar. Özellikle son yirmi yıldır, çevre avukatları, ekosid denilen doğa kıyımlarının uluslararası suç kapsamına alınması için çalışmalarını hızlandırdılar. Yaşayan ekosistemleri gerek zehirli atıklarla gerek orman katliamlarıyla yaşanmaz kılan eylemlere ekosid adı veriliyor.

  • Kadın rolleri gıda özgürlüğünün neresinde?


    Kadın, gıdaya tohumdan sofraya kadar olan tüm yolculuğunda emek veriyor. Kırsalda toprağı olmayan kadın gündelikçi ya da mevsimlik işçi iken, özellikle gelişmiş ülkelerde genç kadınların kentte ilk işi garsonluk oluyor.

     
     COVID-19 sağlık krizi gibi görünüyor. Aslında yıllardır işaret etmeye çalıştığımız ekolojik krizin daha görünür hali… Sağlıklı gıdaya ulaşma sorunu artık daha da belirginleşti. Ancak ekolojik krizin arkasında yatanları, cinsiyetçi sorunu görmeden ekolojik krizi de net olarak anlayamayız. Nasıl adaletsiz bir sistemin oluştuğunun farkına varamayız.
  • İnsanlığın ortak geleceği KURUTULAN Meke Gölü ve su altında BIRAKILAN köyler mi?

  • Şimdi farklı üretme, farklı tüketme ve farklı düşünme zamanı

    Pandemi nedeniyle yakın gelecekte hükümetlerin ve toplumların alacağı kararlar geleceğimizi belirleyecek. Bu, yalnızca düşük karbonlu yaşamlar yaratmaktan daha öte bir şey olmalı: Sosyal adaletin her alanına ışık tutabilecek türden…

    Yıllardır ekoloji ve toplumun işleyişine kafa yoran biri olarak ben de “insan doğanın parçası olmayı bilmezse doğa ne yapacağını bilir” diyenlerdenim. Son zamanlarda daha da sıklaşarak doğanın kendi iç döngüleriyle yarattığı dinamikler, insanın doğa üzerindeki egemenliğine büyük ya da küçük ölçekte ‘dur’ diyor. İklim krizi nedeniyle ekstrem kuraklık, sel felaketi vb olaylar kitlesel zorunlu iklim göçlerine neden olmaya başladı. Ancak koronavirüs pandemisi şimdi bize küresel ölçekte başka şeyler söylüyor.

  • Sağlıklı Gıda Sağlıklı Toprakla Mümkün

    Endüstriyel gıdanın yetişme boyutunda kimyasallar; sosyal boyutunda ise tarım işçilerinin ağır çalışma koşulları, sosyal hakları, sendikasız mevsimlik tarım işçileri, çocuk işçiler, onların yaşam koşulları gibi adaletsiz üretim ilişkiler ağı gibi konular var. ‘Ne Yersen Osun’ konusuna sadece gıdaların içindeki zehirler değil; adaletsiz üretim ağları içinden yükselen ‘ahhh’ lar da dahil…

  • Emet Değirmenci ile ekolojik dönüşümde feminist tartışmalar

    'Para ekonomisine dayalı ekonomik büyüme yerine müşterekler yoluyla herkese dağıtılacak refahın  büyütülmesi; eşitlikçiden öte hakkaniyetli ortamlar yaratmamız gerekiyor.'

    Türkiye’de ekoloji üzerine yapılan araştırmalar ve yayınlanan eserlerin sayısı son 10 yılda artış gösterdi. Ancak bütün güncel tartışmalara rağmen ekolojik sorunların toplumsal cinsiyet gibi hak mücadeleleri ile çakışma ekseninde yapılan yayınlar, hala çok yetersiz. 25 yıldır dünyanın farklı yerlerinde yaptığı çalışmalarla ekolojik mücadeleye katkı veren yazar/ekofeministEmet Değirmenci, cinsiyet ve ekoloji sorununa değinen çalışmalarıyla bu alandaki eksikliğin giderilmesine katkı sağlıyor. 2019 yılındaKadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV) ile işbirliği içinde kadın ve ekolojik sorunlar üzerine farklı perspektifleri ve tartışmaları içeren“Doğa ve Kadın: Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar” kitabının editörü Değirmenci ile kitabı ve kadın sorunu ile ekolojik sorunun kesişim noktalarını konuştuk.

  • ÇÖKÜŞ’e Toplumsal Ekolojik Pencereden Bakmak

    Fikret Başkaya ile söyleşi

    Emet Değirmenci*

    Fikret Başkaya: Şimdilerde ekonomik kriz, sosyal kriz, iklim krizi, ekolojik kriz, politik kriz, jeopolitik kriz, etik krizi (ahlaki çöküntü), değerlerin aşınması... Velhasıl bir dizi krizin birbirini azdırdığı bir durum ortaya çıkmış bulunuyor. Virüs bünyeyi sardı demek de mümkün. Ve mevcut durumu da zaten 'kriz' karşılamıyor. Artık söylemi değiştirmek, 'çöküşten' söz etmek gerekiyor. Zira, hiçbir şey eskisi gibi değil. Geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor.

  • Akiferden Çekilen Her Damla Su Gelecek Kuşakların Hakkından Çalmaktır!

    Tüketim çılgınlığının, doğada yarattığı “erozyon”la yeraltı suyu da kurutuyor. Yanlış arazi kullanımı, hayvancılık ve yanlış tarım uygulamaları toprakları çölleştirirken, yağan yağmur suları erozyonla toprak kaybına neden oluyor.  Dünyanın tatlı suyu % 0.5′e düştü. Türkiye ve Ortadoğu’da yeraltı su seviyesi her yıl 2-5 m arasında düşmekte. İnsanlar ceplerinden her yıl daha da artan oranda para vererek daha derin kuyular açtırıyor.

  • Ekoloji Gıda ve Ekonomi Üçgeni

    Uzun yıllardır toprak ve gıda ilişkinmi yaşadığım her yere taşıyorumgittiğim her ülkeye taşıyor ve mümkünse ilk elden öğrenmeye çalışıyorum. Yazıma Brezilya Topraksızlar Hareketinden (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra) genç akademisyen bir kadın Janaina Stronzake'nin geçen sene Seattle'daki bir konuşmasıyla başlamak istiyorum. Ben bir Topraksızlar Hareketi çocuğuyum . 2011 yılı itibariyle Brezilya da 350 000 topraksız köylü aile var.

  • Anadoludan And Dağlarına Ekofeminizm

    Yeni İnsan Yayınevi'nden çıkan Kadınlar Ekolojik Dönüşümde, çok sesli ve çok kültürlü bir kadın ve ekoloji kitabı. Kitapta, Anadolu'da sandığında tohum saklayan ninelerimizin deneyimlerinden And dağlarındaki Bolivyalı yerli kadınların şifacılığına kadar pek çok farklı deneyime rastlamak mümkün.

  • Fikret Başkaya ile Söyleşi

    Fikret Başkaya ile çok boyutlu, bir çok konuyu konuştuğumuz bir söyleşi yaptık.

    Emet Değirmenci: Bildiğim kadarıyla siz Türkiye'de ekolojik krizi toplumsal krizin bir parçası olduğunu dillendiren ilk Marksistsiniz. Bu farkındalığa çok önce nasıl vardınız?

    Fikret Başkaya: 1960- 1970 onyılı Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ‘birinci kalkınma on yılı' ilân edilmişti. Poitiers Üniversitesinde [Fransa] doktora öğrencisi olduğum yıllardı. Birleşmiş Milletler Örgütü o zaman Kanada başbakanı olan Lester B. Pearson başkanlığında bir komisyondan ilk onyılın bir değerlendirmesini istemişti. Hocam Prof. Jean Gabillard da benden Pearson Raporu'yla ilgili bir çalışma yapmamı istemişti. Pearson Raporu ve Azgelişmişlik başlığını taşıyan bir memoire hazırladım. Yaptığım çalışma işlerin yolunda gitmediği, sarpa sardığı sonucuna varıyordu. Kalkınma sorunuyla ilk yüzleşmem o çalışmayla oldu. Bu yaptığım ilk akademik çılaşmaladan biriydi. Diğeri de ‘Küba'da Planlamaydı'. Daha sonra "Azgelişmiş Ülkelerde Sayayileşme" başlığını taşıyan bir dokora tezi hazırladım. Tez de, olup-bitenlerin eleştirel bir değerlendirmesiydi. Yaptığım çalışmalarda kalkınma sorununa eleştirel bakıyordum ama itirazım bizzat kalkınmaya değil, onun kapitalist sistem dahilinde imkânsızlığı üzerineydi. 1980'lerin başından itibaren "sosyalist" denilen kalkınma modelinin de kapitalist kalkınma modelinden bir farkı olmadığını düşünmeye başladım. Zira her ikisi de daha çok üretim daha çok tüketim hedefine kilitlenmişti, üstelik her ikisi de ekolojik veçheyi dikkate almıyordu. 1984 yılında François Partant'ın ünlü eseri Kalkınmanın Sonu'nu Türkçeye çevirdiğimde kalkınma konusundaki görüşlerim daha da netleşti. 1994 de "Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü adlı kitabı yazdım. O dönemden sonra kabaca şu düşüceye ulaşmıştım: 1. Mevcut haliyle ‘kalkınma' denilen bir yutturmacadan ibarettir, tam bir saçmalıktır ve mümkün değildir; 2. Ekolojik veçheyi dikkate almayan bir kalkınma mümkün ve arzulanır değildir; 3. Her seferinde daha çok üretmeyi ve tüketmeyi hedef alan bir insan toplumunun bir geleceğinin olması mümkün değildir. Velhasıl sosyal krizle ekolojik kirizin birbirini besleyip azdırdığı sonucuna vardım.

  • Kentin Özgür Ekolojik Geleceği

    Endüstriyalist kapitalizm gelişirken kentle kır arasındaki uçurumu gittikçe arttırdı. İnsanlar iş ve aş bulmak için kentlere göç etmek zorunda kaldı. Aynı zamanda kentin kozmopolitan yapısı insanları özgürleştirir diye umuluyordu. Oysa kırdaki dayanışma ruhunun kentte yok olduğunu görmek uzun sürmedi. Bu bağlamda 19. yüzyıl başlarında örneğin, Charles Dickens’in romanlarında konu ettiği Londra’ya kırsaldan gelenlerin kültürel çatışmaları ve artık yalnızlaşmakta olan birey vardı.

  • Söyleşi: Yerel Hareketlerden Evrensel Mozaiğe

    Bir Yaşam Tarzı Olarak Permakültür

    Emet Değirmenci, kendini permakültüre ve sürdürülebilir yaşam tarzına adamış bir kişi. 14 yıl boyunca jeofizik mühendisi olarak sismoloji alanında çalıştıktan sonra, ekoturizm diploması ve ardından üç permakültür sertifikası alarak kendini bu alanda öğreticiliğe adadı. Hem yurtdışında hem yurtiçinde birçok konferansa konuşmacı olarak katılan ve “Kadınlar Ekolojik Toplumda” isimli bir kitabı da olan Değirmenci ile toplumsal permakültür, kalıcı kültür ve kentte sürdürülebilir yaşam üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

  • Küreselleşme Kıskacında Türkiye'nin Ekolojik Tarımı

    Endüstriyalist-kapitalizm; IMF (International Monatery Fund), Dünya Bankası (DB), 1995 den bu yana Dünya Ticaret Örgütü (DTO), Avrupa Birliği (AB)'nin Ortak tarım Politikaları (OTP) gibi organları vasıtasıyla tahakkümünü sürdürürüyor. Tarım da bu gidişattan fazlasıyla nasibini alıyor. Verilere göre ‘zengin ülkelerde tarımla uğraşanların sayısı genel nüfusa oranla çok azalmış durumda ve yalnizca % 2 ila %6 dolaylarındadır'(1).Bu oran 1990 ların gerçeğini göstermekle birlikte 21. Yüz Yılda durum daha da vahimdir.