Fikret Başkaya ile çok boyutlu, bir çok konuyu konuştuğumuz bir söyleşi yaptık.

Emet Değirmenci: Bildiğim kadarıyla siz Türkiye'de ekolojik krizi toplumsal krizin bir parçası olduğunu dillendiren ilk Marksistsiniz. Bu farkındalığa çok önce nasıl vardınız?

Fikret Başkaya: 1960- 1970 onyılı Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından ‘birinci kalkınma on yılı' ilân edilmişti. Poitiers Üniversitesinde [Fransa] doktora öğrencisi olduğum yıllardı. Birleşmiş Milletler Örgütü o zaman Kanada başbakanı olan Lester B. Pearson başkanlığında bir komisyondan ilk onyılın bir değerlendirmesini istemişti. Hocam Prof. Jean Gabillard da benden Pearson Raporu'yla ilgili bir çalışma yapmamı istemişti. Pearson Raporu ve Azgelişmişlik başlığını taşıyan bir memoire hazırladım. Yaptığım çalışma işlerin yolunda gitmediği, sarpa sardığı sonucuna varıyordu. Kalkınma sorunuyla ilk yüzleşmem o çalışmayla oldu. Bu yaptığım ilk akademik çılaşmaladan biriydi. Diğeri de ‘Küba'da Planlamaydı'. Daha sonra "Azgelişmiş Ülkelerde Sayayileşme" başlığını taşıyan bir dokora tezi hazırladım. Tez de, olup-bitenlerin eleştirel bir değerlendirmesiydi. Yaptığım çalışmalarda kalkınma sorununa eleştirel bakıyordum ama itirazım bizzat kalkınmaya değil, onun kapitalist sistem dahilinde imkânsızlığı üzerineydi. 1980'lerin başından itibaren "sosyalist" denilen kalkınma modelinin de kapitalist kalkınma modelinden bir farkı olmadığını düşünmeye başladım. Zira her ikisi de daha çok üretim daha çok tüketim hedefine kilitlenmişti, üstelik her ikisi de ekolojik veçheyi dikkate almıyordu. 1984 yılında François Partant'ın ünlü eseri Kalkınmanın Sonu'nu Türkçeye çevirdiğimde kalkınma konusundaki görüşlerim daha da netleşti. 1994 de "Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü adlı kitabı yazdım. O dönemden sonra kabaca şu düşüceye ulaşmıştım: 1. Mevcut haliyle ‘kalkınma' denilen bir yutturmacadan ibarettir, tam bir saçmalıktır ve mümkün değildir; 2. Ekolojik veçheyi dikkate almayan bir kalkınma mümkün ve arzulanır değildir; 3. Her seferinde daha çok üretmeyi ve tüketmeyi hedef alan bir insan toplumunun bir geleceğinin olması mümkün değildir. Velhasıl sosyal krizle ekolojik kirizin birbirini besleyip azdırdığı sonucuna vardım.

- Ekolojik harekete feminist, anti-militarist hareket gibi araçsal bakanlar var. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?

-Elbette cinsiyetçi ayrım ve hiyerarşi önemsiz değil, aynı şekilde militarizm de devleti angaje ediyor ama ekolojik sorun doğrudan insanın ve tüm canlıların varlık/ yokluk sorununu angaje eden birşey. Eninde sonunda tüm bu mücadele alanlarının ve araçlarının yegane amacı mevcut haliyle devleti ve onu var eden [özel] mülkiyeti ortadan kaldırmayı amaçlamadığında havanda su dövmek kaçınılmazdır. Onun için bu dünya'da gerçekten birşeyler yapmaya, birşeyleri başarmaya niyetliysek, radikal olmaktan, sorunları kökeninde kavramaktan başka bir çıkış yolu yok...


- Yurdumuzda özellikle 90'lardan sonra hız kazanan bir çevre ve cılız da olsa bir yeşil hareket ve ekolojik hareket var. Bergama köylülerinin doğrudan eylemliliği de değişik yerlerdeki ekolojik sorunlara nasil tepki verilecei konusunda bir örnek oluşturdu. Türkiye'de deki ekolojik hareket sizce ne derece politik?

-Küresel kapitalizm çağında kepazeliği meşrulaştıran bir dizi söylem söz konusu. İşte insan hakları, piyasa ekonomisine eşlik eden [onu tamamlayan] liberal demokrasi, apolitik sivil toplum söylemi, çokkültürlülük olarak bilinen, doğrusu çokkültürcülük olması gereken kültüralizm, totalitarizm söylemi, sürdürülebilir kalkınma, vb. Türkiye'de yeşil hareketin küresel kapitalizmin apolitik sivil toplum söylemi dahilinde kaldığını, bu yüzden de taşı yerinden oynatmasının mümkün olmadığını söylemek mümkün. Neoliberal kapitalist küreselleşme tsünami gibi herşeyi kaplarken, tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarırken, kapitalizmi ve onun zorunlu emperyalizmini dikkate almayan hiç bir hareketin yaşamın hangi veçhesiyle ilgili olursa olsun asla birşeyleri başarma şansı yoktur. Apolitik sivil toplum perspektifine kilitlenmiş bir hareket, sadece geçerli eğilimleri meşrulaştırabilir. Bu tür apolitik sivil toplum örgütlerinin sarayın soytarısı olmanın ötesinde bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Bergama Köylüleri onca eylem yaptılar da sonuç ne oldu? Şimdi orası eskisinin üç katı yıkımla yüz yüze değil mi? Apolitik sivil toplum örgütleri karşı tarafa zaman kazandırmak ve son tahlilde de olup-bitenleri meşrulaştırmaktan başka birşeye hizmet etmiyor ve edemez. Kötülüğün kaynağına inmeyen, asıl tartışılması gerekeni savsaklayan hareketlerin teşhir edilmeleri gerekir. Oysa bunları yüceltmek gibi bir saçmalık söz konusu. Türkiye'de yeşil hareketin diğer sivil toplum örgütü [ STK] denilenlerden bir farkı yok. Hem apolitikliği marifet sayıp, hem de birşeyleri değiştirebileceklerine gerçekten inanıyorlar mı? Bu dünyada politika dışı olmak diye birşey mümkün değildir. Ya belirleyen ya da belirlenen tarafta olmak dışında üçüncü bir seçenek yoktur ve belirlenen tarafta olmak politikanın dışında olmak değildir.. Sadece kendini ve başkalarını aldatmaktır. Eğer politik ve sosyal mahiyette bir saldırı söz konusuysa ki, öyledir, ona yasal yoldan nasıl karşı koyacaksınız? O yasaları yapanlar da uygulayanlar da aynı odaklar olduğuna göre... Yasaları yapanlar çekleri imzalayanlar olduğuna göre...

- 17. YY in sonundan itibaren endüstriyalist kapitalizm bir 'bolluk toplumu' yaratmaya girişti, modern kent yaşamı köy'ün karşısına konmaya başlandı ve sonra da kapitalizmin dayattığı tüketim toplumu modernlesme olarak yansitildi. Boylece 21. YY da doğaya, kendine ve birbirine yabancılaşan ve tüketmekle mutlu olacağını sanan günümüzün buhranlı insanı. Bu tarihsel süreci ekolojik ve toplumsal anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

-İnsanlığın yüzyüze geldiği durumun kapitalist yağma ve talanın algılanışıyla ilgili olduğunu söylemek mümkün. Şeylerin, toplumsal olguların kimin tarafından adlandırıldığı önemlidir. Eğer yağmayı yapanın çıkarı, herkesin çıkarı sayılırsa, yağma ve talanı meşrulaştırıp-sürdürmek de mümkün hale geliyor. Endüstriyel ‘bolluk' kimin ‘bolluğuydu', ne pahasına ve nasıl oluşmuştu? Sosyal düşünce veya aynı anlama gelmek üzere ‘sosyal bilim' denilen baştan itibaren ideolojikti. Başka türlü olması da mümkün değildir. Bilindiği gibi ideoloji birilerinin çıkarını herkesin çıkarı olarak sunmaktır. Mesela sık sık "milli çıkardan" söz edilir ama gerçek dünyada öyle birşey mümkün değildir. Gerçekten zenginliğin ne olduğu, ne olması gerektiğinden bağımsız olarak zenginlikle yoksulluk veya yoksunlaştırma arasındaki ilişki göz ardı ediliyor. Eğer birinin zenginliği başkasının yoksulluğunun sonucuysa, ya da visa versa o zaman herkesin zenginleşmesi hem teorik, hem de pratik olarak mümkün değildir. Fakat egemen söylem böylesi bir yanılsama yarattığında sorun tartışılır olmaktan çıkıyor veya yeteri kadar üzerine gidilmiyor. Kapitalizm her türlü canlıya düşmandır. Tam bir kadavra medeniyetidir. Her ne varsa metaya dönüştürmek gibi müthiş bir dinamiğe sahip. İflah olmaz bir meta uygarlığı. Her seferinde ne varsa ölü emeğe, metaya dönüştürüyor. Böyle bir uygarlığın ekonomik ve toplumsal sorunlar yaratmadan ve sorunları büyütmeden yol alması mümkün değildir. Burjuva iktisadı ekonomik büyümeyi yüceltiyor, onu ilerleme, kalkınma,vb olarak sunuyor. Velhasıl söylemin gücü asıl söz konusu olanın anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını zorlaştırıyor. Tabii ekonomik büyüme de kalkınma sayılıyor ve büyümenin ekolojik, sosyal, insani, kültürel, etik, vb. boyutu üzerinde yeteri kadar durulmuyor. Aslında senin sözünü ettiğin sürecin tam bir iflas, tam bir yıkım tablosu ortaya çıkardığını söylemek mümkün. İnsanlığın ve uygarlığın geleceği gerçek bir risk altına girmişken, sonucun iflas olduğunu söylemek asla bir abartma değildir.


- Murray Bookchin en önemli yapıtlarından biri olan 'Özgürlüğün Ekolojisi' kitabında hiyerarşileri sorgularken insanın insan üzerindeki egemenliği' nin, insanın doğa üzerindeki egemenliğine dönüştüğünü vurgular. Hatta Marksizmin hiyerarşi ve tahakkümü sorgulamayı göz ardı ettiğini de işaret eder. Siz bu konuda ne dersiniz?

-İnsanın insan üzerindeki egemenliğiyle insanın doğa üzerindeki egemenliği tarihsel olarak aynı dönemde ortaya çıktı. Fakat kapitalizmle birlikte durum radikal biçimde değişti. Hiyerarşi ve eşitsiz ilişkinin tarih sahnesine çıktığı tarihsel an, çelişik olsa da sosyal artığın ortaya çıkması ve söz konusu sosyal artığın belirli ellerde toplanmasıyla başlıyor. Birilerinin mülk sahibi olması başkalarının mülksüzleştirilmesiyle mümkündür. Tabii mülkiyetten ne anlaşıldığı da önemlidir... Mülkiyetten başkalarının emeğini sömürmeye imkân veren üretim araçları sahipliğinin anlaşılması gerekir. Fakat soruyu nüanse etmek gerekiyor, zira marksizm var marksizmler var. Eğer durum reel sosyalizmler çerçevesinde dikkate alınırsa, onun marksizmle bir ilgisi yok. Onların hiyerarşi ve tahakküm konusunda sözde hasımlarından bir farkı hiç olmadı. Aynı şeyi sol bir retorukle, sözde marksizmi referens alarak yaptılar. Sorgulamak diye bir sorunları da asla olmadı. Bence Marx sonrası marksizmlerle, Marx'ı birbirinden ayırmak gerekiyor. Çığırından Çıkmış Bir Dünya başlığını tatışan kitabımda bu soruna kısaca değindim. Aslında Marx'ın yaptığı ve yapmak istediğiyle onun adına konuştuğunu söyleyen ‘çıraklar' arasında bariz bir fark ve uyumsuzluk var. Giderek Marx'ın öğretisi bürokratik iktidarlar için bir ideolojik meşrulaştırma aracına dönüştürüldü. İşte sol siyasi partiler, bürokratik işçi örgütleri, sol gruplar, nihayet bürokratik işçi devletleri için bir meşrulaştırma aracına dönüştürüldü. Elbette Marx insanlığın tüm sorunlarına cevap veremezdi, böyle birşey zaten mümkün de değildir. Yapılması gereken onun başlattığı yerden ve o doğrultuda yol almak iken, onun düşüncesi önce donduruldu, sonra da tahrif edildi, dejenere edildi. Dolayısıyla insanların marksizm olarak bilip-gördükleri Marksizm değil. Sanıyorum böyle bir ayrım yapmak bu tür soruların netleştirilmesi bakımından büyük önem taşıyor. Marksizmle onun adına konuşanlar aynı şey değil...

- Biraz daha açarsak Marksist düşüncenin gelecekte kapitalizmin barbarlaşacağı'nı öngörmesine rağmen birey olarak insanın etik ve ahlaki sorumluluklarını ekonomik odaklı görmesi, insanı yalnızca emek ve onun işlevini öncelikle ekonomik odaklı görmesi hatta insan' in teknoloji ve onun yarattığı ekonomik değer vasıtasıyla vahşi doğaya hakim olması ve doğayı bir hammadde kaynağı olarak değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Marksizmin kaptitalist aşamada ‘ekonomik belirleyiciliğe' vurgu yapması anlaşılır birşeydir ve yerindedir. Zira kapitalist üretim tarzında ‘ekonomik kerte' tartışmasız bir belirleyiciliğe ve öneme sahip. Eğer Marksist teori yukarda da söylediğim gibi ‘Marks'tan başlayarak ve onun bıraktığı yerden' yoluna devam etseydi, ekonomi dışı veçhelerin ve belirleyiciliklerin ihmal edilmesi söz konusu olmazdı. Aslında bu tür eleştirileri Marx'ın kendisinden çok onun sürdürücüsü olduklarını söyleyenlere yöneltmek daha isabetli olurdu... Marx'dan sonra teorinin devrimci hümanist özü boşaltıldı. Tabii ekolojik veçhe de ihmal edildi.

- Şimdi de Marksizme biraz da cinsiyetçi açıdan yaklaşalım... Boookchin Ekolojik Bir Topluma Doğru kitabında Marksizmin aydınlanma felsefesini de eleştirir. Çünkü tüketim nesnesi olarak görülen doğa karşılıksız veren bir 'ana' olarak görülürken emeği de tüm metaların 'babası' olarak gören metaforu kadının toplumda geldiği konum itibariyle benim de eleştirel baktığım bir konu... Hatta buradan Marksist feministlerin kadının derdini yalnızca ekonomik odaklı olarak görmeleri Bookchin' in deyişiyle erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin ilk ortaya çıkan egemenlik ilişkisi olmasına rağmen göz ardı edilmesinine ne dersiniz?

-Bizzat Marx, aydınlnmanın eseridir, onun sürdürücüsüdür ama aynı zamanda onu eleştirip aşmayı da amaçladığı için kimi izler ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma zaafları içermesi anlaşılabilir bir şeydir. Marx diyalektik aşkınlığın timsalidir. Değeri yaratanın canlı emek olduğunu vurgulaması, doğayı ihmal ettiği anlamına gelmiyor. Onun yaşadığı dönemde kapitalizmin gelişmişlik ve yaygınlık düzeyi dikkate alındığında, sosyal kötülüklere daha çok vurgu yapılması bence bir zaaf sayılmamalı ve haksızlık yapılmamalı. Kaldı ki, Marx "bir üretim tarzının insana bakışıyla doğaya bakışı arasında doğru yönde bir ilişkinin" kaçınılmazlığından söz ediyordu. Dolayısıyla ekolojik sorunu ihmal ettiğini söylemek doğru değil. Bu tür bir eleştiriyi hak eden Marx değil, reel Marksitlerdir. Marx sosyal realitenin farklı belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünlüğü olduğu konusunda ısrarlıydı. Onun teorisinin önemi ve üstünlyüğü de zaten benimsediği, Kapsayı yöntemi'ydi. Marx sonrası sosyal teori sosyal düşüncede bir dizi saçma parçalanmalar yaratarak, sosyal sürecin bütünsel tahlilini bir yana bıraktı. Sadece doğa bilimleriyle sosyal bilim denilen arasında bir kopukluk ortaya çıkmakla kalmadı, sosyal bilim denilen de param parça edildi. Mesela fizikle sosyal düşünce arasındaki kopukluk bu günkü boyutlara vardırılmasaydı, ekolojik sorun ihmal edilmez, şimdilerde yüz yüze geldiğimiz kötülükler ortaya çıkmaz veya kritik bir eşige gelmezdi. Marksist feministlerin soruna yaklaşımları eleştiriyi hak ediyor ama diğerleri de kapitalizmi yok sayarak birşeyler kazanacaklarını sanarak yanılıyorlar. Kapitalizmi dert etmeden, mükiyet ve devlet sorununu tartışmanın odağına oturtmadan bir arpa boyu yol almak mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, başkasının zaafı sizin fazlanız değildir...

- Buradan kendi toplumumuzda birey olma ve bireyin sorumluluğuna geçersek... Kültürümüzde itaatci, boyun eğmeci ve kaderci bir yapı özdeyişlerimize dahi işlemiş. Örneğin , insan insanın kurdudur' ya da bükemediğin bileği öpeceksin vb... Elbette bu hakim sınıf kültürüdür ama insanın insan üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırma bizi itaatçi bir toplum haline getirmekte ne kadar rol oyamıştır?

-Bana kalırsa bu tür sorunları ele alıp tartışırken, kültüralist bir tuzağa düşme riski var. Belirli toplumlara özgü belirli ve değişmez kültürel özellikler olduğunu söylemek doğru olmaz. Türkiye'de bir modernite ve aydınlanma devriminin yaşanmamış olmasından kaynaklanan sorunları ebed-müddet geçerli, değişmez özellikler olarak görmemek gerekir. Türkiye'nin tarihinde bir aydınlanma ve modernite devriminin yaşanmamış olması Eski Rejimin değişik görüntüler altında varlığını sürdürmesi, eskiye ait yaşam anlayışlarının ve tavırların sürekliliğini sağladı. Toplumda hiç bir dönemde bir silkinme, Eski Rejim ve onun değerleriyle bir hesaplaşma söz konusu olmadı. Dinle ve devletle ilgili tartışma yok. Dolayısıyla toplumun söz konusu iki kutsallık tarafından kuşatılmışlığı kayda değer bir değişime uğramadı. Öyle olunca da özgür birey ortaya çıkmadı, yurttaş kavramının içi doldurulamadı. Bu alanda başka yerlerde harikalar yarıtıldığını imâ ediyor değilim elbette. Ama bizde Batı'da gereçekleşenin dahi söz konusu olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İnsanın insana yabancılaşması, kaçınılmaz olarak onu doğaya da yabancılaştırdı. Ve bu ikisi birbirini belirleyip azdırarak yol almaya devam etti, ediyor.

- Türkiyeli insanın itaatkar olmasına yeniden dönersek... siz aynı zamanda Türkiye'de ki devletçi geleneği Yedi Yüz kitabınızda ve Türkiye'de de hükümet krizi vb durumlarda köklü olarak eleştiri getiren istisnai bir düşünürsünüz. Yurdumuzda özgür toplumu yaratacak özgür düşünebilen bir birey sizce nasıl yaratılacak?

-İster bir birey, isterse bir toplum olsun, özgürleşmenin yolu iki şeye bağlı: Eleştirebilmek ve mücadele etmek. Türkiye'de ne yazık ki, eleştirel düşünce her zaman yetersiz kaldı. Bu toplum eleştirmenlerinin yetersizliği demektir. Fakat eleştiri ile mücadele arasında da tarifi oldukça zor bir diyalektik belirleyicilik ilişkisi var. Ne benim entelleküel dediğim gökten zembille iniyor. Ne de entellektüel yokluğunda bir toplumun özgürleşmesi mümkündür. Diyalektik tersine işleyince birinin yokluğu diğerinin gelişmesini engelliyor. Türkiye'de Batı Avrupa'da olduğu gibi iktidarı dönüştürmekte çıkarı olan bir sınıf ortaya çıkamadı. Öyle bir sınıf'ın yokluğu, onun düşüncesini, ideolojisini, formüle edip yayacak entellektüellerin sahneye çıkmasını engelledi. Ne radikal toplum eleştirmenleri ortaya çıkabildi ne de ‘Eski Rejimi' ortadan kaldırmakta çıkarı olan ‘yeni bir sınıf'. Böyle bir tablo eskiye ait kültürel değerlerin, anlaşların, davranış kalıplarının yeni bir görüntü altında devamlılığını sağladı. Toplumda bir silkinme anı yaşanmadan da bu tabloda kayda değer bir değişiklik kolay değildi. Fakat sistemin ortaya çıkardığı sayısız sosyal, siyasal, etik, ekolojik, vb. kötülükler er ya da geç insanları yaşamlarıyla ilgili düşünmeye itecektir. Ya da insanlığın bir geleceği olmayacak,,,

- Çoğunluğun Avrupa Birliği' ne girmekle sorunların hafifleyecegini düşündüğü bir ülkede siz aydınlanma felsefesindeki Avrupa Merkezciliğe karşı da önemli eleştirilerde bulunuyorunuz. İslamcı partiler dahi yüzünü daha çok Batı'ya çevirmişken sizce biz nereye ait olmalıyız? Bir başka deyişle, kendimize özgü bir kimlik kazanmak için nasıl bir sentez yapılması gerekir?

-Türkiye'de dünyanın belki de çok az ülkesinde raslanacak tarza köklü bir Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma söz konusu. Bu insanları, tabii toplumu da düşünsel- ideolojik- entellektüel olarak iğdişleştiriyor. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma bizi kendimize, toplumumuza, kendi coğrafyamıza, vb. yabancılaştırıyor. Bunu, kendi gerçekliğine kendi gözüyle bakamamak olarak da ifade etmek mümkündür. Bu öyle bir yabancılaşma ki, sizi bir tür bakar-kör haline getiriyor. Bu, son derecede önemli ama nedense ekseri yok sayılan birşey. Yüzünü Batı'ya çevirmekle Batı gibi olunmaz, nitekim olunmuyor ama zaten Batı gibi olmak da asla gerekmiyor. Farklı olmak gerekiyor... Sorun da zaten Batı gibi olmak değil, Batı'yı aşmak olmalıdır. Ama önce Batı nedir sorusunu sormak ve gereğini yapmak gerekir. Benim ısrarala söylemeye çalıştığım şudur: Birincisi Batı'nın öyle özenilecek fazla birşeyi yok. Dünya'nın geri kalanının beşyüzyıllık dönemdeki sömürüsü, yagması ve talanı üzerine kurulu bir statü söz konusu. Bu da demektir ki, Batının öyle olmasıyla senin böyle olman arasında diyalektik bir belirleyicilik ilişkisi var. O öyle oldukça sen de böyle kalmaya mahkûmsun. O halde çözüm bu ilişki bütünlüğünü kırmaktan geçiyor. Bu yüzden muasır medeniyet seviyesine ulaşma perspektifi tam bir saçmalıktır ve asla mümkün değildir...Bizim yerimize gelince, adını Batılıların koyduğu Ortadoğu'dayız, daha doğrusu Asyadayız. Yani her zamanki yerimizdeyiz...


- Yine ekolojik bakışsa dönersek... Kapitalizm bugün kendini yeşile boyama çabasında. Hatta ekolojik tarımı bile kendi tekeline alma girişiminde. Örneğin, ABD'deki ekolojik tarımın yüzde 70'ine yalnızca bir firmanın hakim olduğunu ögreniyoruz. Türkiye'de de KOÇ, Sabancı vb holdingler Gap cevresinde ve başka yerlerde ekolojik tarıma soyunuyorlar. Öte yandan dünyadaki açları doyurma kisvesi altında genetiği değiştirilmiş gıdalar, nanoteknoloji ve yeşil enerji adı altında ekolojik bilincin geri olduğu ülkelere daytılıyor. Günüzdekı Kapitalist evrimlemeyi nasıl görüyorsunuz?

-Kapitalizmin akıl almaz bir uyum yeteneği var. Her an her kalıba girebiliyor. Fakat ideolojik egemenlik olmadan bunu gerçekleştirmesi mümkün değil. Mesela şimdilerde çok sözü edilen ‘sürdürülebilir kalkınma' ideolojik bir meşrulaştırma işlevi görerek sisteme zaman kazandırıyor... Yegane amacı ve kaygısı her seferinde daha çok kâr etmek, kârı büyütmek [sermayeyi büyütmek] olan bir üretim tarzının, insanlığın ufku olması mümkün değil. Netice itibariyle XXI'inci yüzyılın başında kapitalizmin artık insanlığa teklif edeceği pek birşeyi kalmadığını söylemek mümkündür. Sistemin ortaya çıkardığı insanî-sosyal kötülüklere ekolojik yıkım eşlik ediyor ki, bu sistem bakımından çemberin daralması demek, dolayısıyla bir bilinç sııçramasının, bir genel silkinmenin maddi koşullarını oluşturuyor. Tabii fırsatlar önemlidir ama sadece bir potansiyeli ifade eder ve potansiyeli harekete geçirmek sizin basiretinize kalmış birşeydir...

- Son olarak nasıl bir dünya da yaşamak isterdiniz? Düşüncenin suç sayıldığı bir ülkede ütopyanızı öğrenebilir miyiz?

-Elbette her türlü yabancılaşmadan, her türlü hiyeraraşiden, her türlü tabu ve yasaktan arındırılmış ama zenginliği de maddi zenginlik olarak görmeyen tam bir özgürlük cumhuriyetinde yaşamak isterdim ve böyle birşey de mümkündür. Aslında kavram çifti diye biryel vardır: biri olmadan diğeri de olmaz, ya da birinin varlığı diğerinin varlığını zorunlu kılar, zenginlik ve yoksulluk kavramları da öyledir. Ben bu kavram çiftinin olmadığı bir dünyayı tercih ederdim... Elbette bu, kavramın olumsuz [pejoratif] anlamında bir ütopya değildir. Mümkündür zira, bir şeyi hayal edebiliyorsan, tasarlayabiliyorsan, arzuluyorsan bu onun mümkün ve gerçekleştirilebilir olduğu anlamına da gelir. Başka türlü ifade edersek, soruyu soracak yüksekliğe çıkabiliyorsan, bu cevabın da imkân dahilinde olması demektir. "İnsanların çözemeyeceği soruları ortaya atması söz konusu olmayacağına göre...". Elbette birşeyin potansiyel olarak gerçekleşebilir olması, onun anında ve otomatik olarak gerçekleşeceği anlamına gelmez. Tarih bilinci de yukarda söylediğimi doğrulamaktadır. İnsanlığın şimdilerde yüzyüze geldiği her türlü [sosyal, ekolojik, politik, kültürel, etik, vb] kötülüğün temelinde sınıflı toplumun eseri olan sayısız hiyerarşiler, sosyal eşitsizlikler, saçmalıklar, vb. yatmıyor mu? Bir zamanlar bu tür ayrımlar yoktu. Öyleyse yeniden yok edilmeleri neden mümkün olmasın? O halde sorunu tartışmaya mülkiyet kavramıyla başlamak iyi bir başlangıç olabilir...


- Bu anlamlı söylesi vasıtasıyla "ahiret sorularımı" yanıtlamış oldunuz. Size KOCAMAN TEŞEKKÜR!