Güneş tutulması, farklı kültürlerin mitolojilerinde genelde, kötü ruhlar ile güneş arasında geçen bir mücadele olarak resmedilmiştir. Atalarımız, ayın güneşi tam olarak örttüğü o an, kendilerini aydınlatan, ısıtan ve dünyaya hayat veren güneşin ay tarafından tutsaklığının sona ermesi için, ellerine geçirdikleri çanak, çömlek, tencere ve tenekeleri birbirlerine vurup mümkün olduğu kadar gürültü yaparlarmış. Kötü ruhların yani İblis’in bu gürültüden korkup güneşi bırakacağını düşünürlermiş. Güneşsiz bir dünyanın soğuk ve karanlık olacağı, böyle bir dünyada yaşamın ve yaşamanın mümkün olmadığı düşünüldüğünde bu kaygının ve inancın pek boş olmadığı, hatta “aklın icabı” olduğu ileri sürülebilir pekâlâ.

  Dünyanın güneş tutulmasına kapıldığı gün Diyarbakır’da meydana gelen olayların ardından Türkiye’nin de akıl tutulmasının etkisine girdiğini söyleyebiliriz. Güneş tutulmasının en iyi izlendiği yerlerin Türkiye’de olduğu düşünüldüğünde, o anın yarattığı alacakaranlık kuşağının, olayları hakkıyla “görebilmemizi” engellediğini düşünenler aramızda var mıdır bilinmez ama; yaşanan bu “akıl tutulması”nın metafizik etkilere prim vermeyecek akılcı bir açıklaması da bulunmamaktadır.
 
Aslında her sorun belirli bir sosyal, kültürel ve tarihsel arka plan etrafında şekilleniyor ise, Diyarbakır’da yaşanan son olaylar da; şiddetin ve Kürt sorununun nedenleri olarak değil de, daha çok onu var eden arka planın sonuçları ya da en azından değişik tezahürleri olarak değerlendirilmelidir. Ve devamla; eğer bir sorundan bahsediyorsak, aslında baştan bu sorunla ilişkili en az  iki taraf olduğunu da kabul ediyor değil miyiz? Ve her sorunda olduğu gibi, bu “taraf”ların da kendi içlerinde homojen olmadıkları; “sorun” un kendisi kadar çok boyutlu ve karmaşık oldukları tarihi bir vakıa değil midir?

 
Bir ifade biçimi olarak şiddet
Frantz Fanon’dan bu yana şiddetin bir anlamının, özellikle ezilenlerin/madunların kendilerini “görünür kılmaya” çalıştıkları bir tür “tanınma talebi” olduğu söylenebilir. Bu anlamıyla şiddet, kendini ifade edebilecek yolların ve araçların olmadığı, her türlü iletişim kanalının kapatıldığı ortamlarda, yok sayılanın, görünmez olanın, dışlanmışların, kimliksizleştirme politikalarına karşı attığı bir çığlıktır adeta. Ancak bu çığlık, suya ve yeşile hasret günlere inat, iletişimsizliğin insanı ve düşünmeyi kurutan çöllerinde filizlendiği için sıklıkla apolitik  mecralara akmaya meyillidir. Ötekini “düşünme”nin göz ardı edildiği, “eylem”in acil ihtiyaç addedildiği bu mecra, çoğu zaman düşünmemenin karanlığında bizatihi kendini “öteki”leştiren iktidarın gramerini devralarak yoluna devam eder. 

 

“Kürt realitesinin” resmen kabul edilişinin, 10-15 yıl öncesine tekabül ettiği ülkemizde, insanların çocuklarına taktıkları Kürtçe isimlerden dolayı baskı gördükleri, renklere ve harflere yasak koyulduğu, davalar açıldığı, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da değişik vesilelerle insanların yerlerinden yurtlarından edildiği, rüya gördükleri dili uyanıkken kullanamadıkları günleri hatırlamak için çok gerilere gitmeye gerek var mı? Yargısız infazlar, keyfi davranışlar, işkenceler, ölüm korkusuyla geçen bir yaşam; köy boşaltmaları, aşağılanmalar, itilmeler, dışlanmalar… Tüm bunlar önümüzde büyük oranda sosyo-kültürel ve siyasi boyutlarıyla karmaşıklaşmış bir “kimlik sorunu” olduğunu deşifre etmiyor mu? Hal böyle ise bu gerçeği görüp soruna ilişkin politikaları uygulamak yerine; derin devletin ve devlet aklının dayattığı "meşru şiddet" yoluyla asimilasyon, inkar ve yok etme politikaları; Mesut Yeğen’in ifadesiyle “müstakbel vatandaştan sözde vatandaşa” doğru yaşatılan bir süreç, aklın ışığında nasıl okunabilir! Onlarca yıldır sistematik olarak “akıl dışı”nın geçerli olduğu bir coğrafyadaki bu “etki”nin -“etki” sahibinin de beklediği ve umduğu biçimde-, ötekileştirilen bedende yaralara ve aklın tutulduğu “tepki”lere yol açmaması mümkün müdür?

Toplumsal ilişki  / Politik edim olarak şiddet
Bir yanda arızî bir kendini ifade etme aracı, diğer yanda politik edim ya da siyasi ve felsefi bir düşüncenin amacı ya da aracı olarak şiddetten bahsedebiliriz. Ancak toplumsal ilişki bağlamında ele alındığında, şiddetin bu çift yüzlü hali adeta yeknesaklaşır. Uygulayanı, maruz kalanı ve tanığı ile şiddet olgusu, çoğu kez korku ile karışık bir sindirme politikası sayesinde ruhları esir alır. Silahı ve gücü elinde bulunduranın topluma dayattığı bu ilişki, katıksız bir tahakküm ilişkisidir aslında. “Bükemediğin bileği öpeceksin” veciz ifadesinde kendini var eden bu dilde, güçlü olana itaat etmenin benlikte yarattığı yıkım, kendisinden güçsüz olana tahakküm uygulayarak onarılmaya çalışılır. Öte yandan iddia edilen “meşrulaştırıcı” neden ne olursa olsun şiddet bir süre sonra iç dinamikleriyle kendisini yönetir hale gelir. Neoliberal politikaların ulus devlet sınırları dahilinde yarattığı mikromilliyetçi “karşı” reflekslerin de etkisiyle farklı tezahürler dahilinde serpilip gelişir.  

 
Farklılıklarıyla değişik toplumsal kesimleri -sorunlu da olsa- bir arada tutmaya çalışan toplumsal ilişki tarzının, 2006 Türkiye’sinde tehlikede olduğunun altı çizilmelidir bugün. “Kürt sorunu” zemininde gelişen kimlikçi politikaların, zihniyetin, dışlayıcı ve ötekileştirme uygulamalarının tümünün, toplumsal tahayyül dünyamızı çoraklaştıracağı ve ıssızlaştıracağı açıktır. Bu sorun üzerinden yürütülmeye çalışılan “yüksek siyasetin”; Trabzon’da, Sakarya’da ve onlarca yerde günlük yaşamda yarattığı karşılığın, toplumsal öfke halinin, boy atan linç kültürünün “görünür” hale gelmesi, tablonun vahameti için yeterince açık uyarılar değil midir?

 
Muktedirin şiddeti; mazlumun nefreti; tanığın korkusu; ihanet, acıma, intikam; itaat, hükmetme biçimleri aslında şiddeti uygulayan, şiddete maruz kalan ve tanık olanlar arasında yaşanan bir tahakküm ilişkisi değil midir? Güçlü olanın aynı zamanda haklı olduğu bir dünyada, güvenlik kaygısı demokrasiyi galebe çalarken, silahların konuştuğu, bombaların patladığı yerde şiddetin politik edim olarak reddedildiği bir siyaset yeşerebilir mi? Nizami-gayri nizami kuvvetlerin ve silahların konuştuğu bir toplumda barıştan söz edilebilir mi?  Dahası farklılıklarımızı “eritmeden” ve “yüceltmeden”, beyaz ışığın çok renkliliğinin yol göstericiliğinde özgürlükçü ve demokratik bir toplum inşa edilebilir mi?  Akıl tutulmasının etkisinde kaldığımız bugünlerde, daha fazla güneşe ve ışığa ihtiyacımız olduğunu kim inkâr edebilir?

 
Öyleyse birlikte yaşamayı ve yaşatmayı toplumsal tahayyül dünyamıza nakşedebilmek için atalarımızın güneşin esir düştüğü anlarda yaptığı gibi çanak, çömlek, tencere ve tenekelerimizi ellerimize almanın zamanı gelmedi mi?