Son günlerde Fransız Parlamentosu’nda kabul edilen “Ermeni soykırımının inkârını cezalandıran yasa”ya verilen tepkilere yoğun olarak tanık oluyoruz. Bu yasanın neden çıktığı ve çıkış zamanı üzerine muhtelif yorumlardan geçilmiyor malûm. Bir yenisine daha ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum doğrusu.

Yasalar ile tarihin yazılamayacağını, ifade özgürlüğünü engelleyen her türlü yasanın ya da çabanın hangi parlamentodan, hangi toplumsal kesimden ya da ülkeden gelirse gelsin anti-demokratik olduğunu ifade etmeme gerek var mı bilmiyorum. O yüzden bugün Fransız Parlamentosu’nun bu yasayı çıkarmakla özgürlükler hanesine kara bir leke sıçrattığı doğrudur.

Ancak bu yasanın ülkemizde yarattığı infiali, Fransa’nın Cezayir’de yapmış olduğu “soykırımı” inkar edenlerin ya da Ermeni soykırımının olduğunu söyleyenlerin cezalandırılmasına kadar değişen karşı yasa önerilerini, hatta kaçak olarak Türkiye’de çalışan Ermenilerin sınır dışı etme tekliflerini ibretle izliyoruz. Fransız firmaların ve şirketlerin kamu ihalelerinden men edilmesinden, Fransız şirketlerinin ürünlerine yapılacak boykot önerilerine, Orhan Pamuk’un aldığı Nobel’i geri iade etmesine dek pek çok “yaratıcı” tepki önerisini yukarıdakilere eklemek mümkün.

Yukarıda çok özet olarak hatırlatmaya çalıştığımız “demokratik” tepki önerilerinin gerçekten ne kadar demokratik olduklarını “demokrasi anlayışımız/geleneğimiz” açısından yeniden değerlendirmek anlamlı olabilir.
Kerinçsiz ve şürekasından, kızıl elma koalisyonuna, yüksek siyaset erbabından, sıradan, pardon makbul vatandaşa kadar pek çok toplum kesiminin dilinden bu günlerde demokrasi, ifade özgürlüğü gibi kavramlar eksik olmuyor. Daha birkaç hafta evvel linç kültürüyle tartıştığımız bu toplum kesimlerinin bugünlerde giymeye çalıştıkları demokrasi ve ifade özgürlüğü işlemeli gömleklerinin üstlerine en az 2-3 numara bol geldiğini söylemek mümkün.

Zira Fransız Parlamentosu’nu ifade özgürlüğünü kısıtlamakla suçlayanların aynı zamanda Türkiye’deki benzer anti demokratik uygulamalara da karşı olmalarını beklemek gerekmez mi? En azından ilkesel olarak, demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü savunanların dini, milli ya da ideolojik kimlikler arasında ayrım gözetmemesi gerekmez mi? Oysa henüz birkaç ay evvel meşhur 301. maddeden yargılanan düşünürlere, yazarlara karşı yürütülen linç kampanyalarını nasıl unutabiliriz?  Çok gerilere gitmeye gerek yok; Türkiye’nin kadim sorunlarından biri olan Kürt meselesini tartışmak için  bir üniversitemizin düzenlemeye çalıştığı konferansa verilen tepkileri  bir düşünün. O dönemde kendi gibi düşünmeyenlere karşı girişilen “ötekileştirme” çabalarının linç çağrılarıyla hasmane duyguları meşrulaştırma çabalarını, demokratik olarak nitelendirmek mümkün mü? Bugün “dün dündür, bugün bugündür” deme şansımız var mı?

Öte yandan; Fransız parlamentosuna karşı verilen bazı tepkilerin “meselenin özü” ile yani demokratikleşme ve ifade özgürlüğü gibi değerlere sahip çıkmakla alâkasının olmadığını da gözlüyoruz. Özellikle Fransızların Cezayir soykırımını inkâr edenlere ve Ermeni soykırımı vardır diyenlere karşı cezai yaptırımı öneren karşı yasa tekliflerinde bunu görebiliyoruz. Daha çok “tencere dibin kara seninki benden kara” durumuna işaret eden bu zihniyetin, asıl derdinin demokrasi ya da ifade özgürlüğü olduğunu söylemek mümkün müdür? Bir yandan Fransa’nın çıkardığı yasanın demokratik olmadığını söyleyeceksiniz, öte yandan aynı zihniyetin ürünü başka bir yasaklayıcı yasa ile kendinizi savunmaya çalışacaksınız. Üstelik demokrasi havarisi olarak… burada sadece kötü örneğin emsal olamayacağı gerçeğini  hatırlatmakla yetinelim…

Demokrasi, söz konusu kendimiz olduğunda baş tacı edilip, her dem savunulurmuşcasına yerlere göklere sığdırılmayan, “ötekiler” yani bizden olmayanlar söz konusu olduğunda  vicdan ve aklın dehlizlerindeki tozlu raflara kaldırılan bir araç değildir. Olmamalıdır da…

Zira daha yaşanası bir dünya kurabilmek için öncelikle demokrasi, adalet ve özgürlük gibi insanlığın ortak erdemlerini muktedirlerin zindanlarından kurtarıp günlük yaşamımıza nakşetmemiz gerekiyor. Aksi takdirde, John Berger’in dediği gibi  “bize tek bir sözcük kalacak: Utanç”.(1)

1-John Berger, “Neredeyiz”, Le Monde Diplomatique Türkiye, 15 Mart-15 Nisan 2003, s. 21-23.

Bu yazı Birgün Gazetesi’ nin 06 Kasım 2006 nüshasında yayınlanmıştır.