Birgün: Varolan ekolojik krizin bir muhasebesini yapabilir misiniz? İçinde bulunduğumuz tablonun oluşturduğu manzarayı tarif edebilir misiniz?

Şadi İdem: Bugün içinde bulunduğumuz ekolojik krizi toplumsal bağlamdan bağımsız ele alamayız. Yaşadığımız ekolojik krizin kökeninde toplumsal ilişkilerimiz yatıyor. İnsan olarak bir birimizle ve doğanın geri kalanıyla kurduğumuz ilişkileri irdelemeden; içinde yaşadığımız kapitalizmi ve bunun yanı sıra her türlü toplumsal hiyerarşik yapıları ve tahakküm ilişkilerini ve erkek egemenliğini sorgulamadan, bu muhasebeyi tam ve doğru olarak yapamayız.

Bir yandan denizlerin, tatlı su kaynaklarının kirlenmesi, toprağın verimsizleşmesi, atmosferdeki gaz emisyonlarının dengesinin bozulması, küresel ısınma, kıtlık, seller ve tufanlar epeydir kapımıza dayanan küresel ekolojik krizin çanlarını çalıyor. Dünyamız ormansızlaşıp, çölleşiyor, biyoçeşitlilik yok oluyor kısaca içtiğimiz su, soluduğumuz hava ve sofralarımız kirlenirken ruhumuz da bundan payını alıyor.

Öte yandan “büyü ya da öl” temelinde hareket eden, asıl amacı sermaye birikimini arttırmak olan kapitalizm, dayattığı yaşam biçimi ve üretim ilişkileriyle hem doğayı hem de insanları ve toplumsal yaşamı piyasada alınıp satılan metalara dönüştürüyor. Yoksulluk  açlık ve sefalet çığ gibi büyüyor; sosyal adaletsizlik, ekonomik eşitsizlik ve gelir uçurumu giderek artıyor. Türetilmiş gereksinimler nedeni ile yoksulluğun tanımının değiştiğini ve her tanımıyla da yoksulluk insanların ve insanlığın önemli sorunu olarak varlığını sürdürüyor.

O yüzden bugün içinde yaşadığımız krizi sadece ekolojik değil “toplumsal ekolojik” bir kriz olarak değerlendirmek daha doğru olur.

Birgün: Muhalefetin, kapitalizmin küresel sömürü aygıtlarına karşı çıkarken iktisadi kalkınma üzerine üreteceği alternatifler neler olmalıdır sizce?

Ş.İ.: Eğer özgürlükçü, demokratik ve ekolojik yönelimli bir toplum ve dünyayı amaçlıyorsak, ilk olarak kalkınma ideolojisinin özünde yatan iktisadi ideolojiyi reddetmeliyiz. Zira bu, bugün çok yakıcı olarak içinde yaşadığımız kapitalizmin ve piyasa toplumunun temelidir. İktisadi ideolojiyi eleştirmek ve reddetmek “ekonomiyi” reddetmek anlamına gelmiyor; ekonominin toplumsal ilişkilerin ötesinde kendi hareket yasalarıyla hareket ettiği, toplumdan özerk olduğu fikrini reddetmeliyiz.
 
Bugün her zamankinden daha çok doğayla uyumlu, çeşitlilik içinde birliği temel alan, iktisadi değil etiksel, toplumsal ve insani değerlerle şekillenecek, tüketim kalitesinden farklı olarak gerçek yaşam kalitesine dayanan, yardımlaşmacı ve özgürlükçü bir kalkınma anlayışına ihtiyacımız var.

Bundan dolayı, Toplumsal ekolojik perspektiften bakıldığında kalkınma, ekonomik büyümeyi değil, insanların ve doğanın ahenkli bir şekilde birbirlerini besleyerek biyoçeşitliliği, çeşitlilik içinde birliği ve yaşam niteliğini yükseltmeyi hedeflemelidir. Bunun için herkesin yaşam araçlarına sahip olması, temel insani ihtiyaçların, ekonomik ve sosyal güvenliğin garanti altına alınması; kullanılacak teknolojilerin doğayla uyumlu ve merkezi-bürokratik aparatı gerektirmeyecek, yurttaşlarca kolayca denetlenebilecek eko-teknolojiler olması, enerjinin ise ekolojik evrimi zenginleştirecek tarzda birbirlerini tamamlayabilen “yenilenebilir” enerji kaynaklarından oluşturulması gerekmektedir.

Bu da ancak, yaşamlarının her alanında doğrudan söz sahibi olan yurttaşları ve doğrudan demokratik politik kurumları oluşturarak gerçekleştirilebilecektir. O yüzden “kalkınma sorunu” salt ekonomik-teknik bir olgu olmaktan çok politik ve toplumsal bir olgudur. Önemli olan ekonominin toplumdan özerk, kendi yasalarına tabi olduğu düşüncesinin terk edilip, demokratik ve özgürlükçü toplumsal ilişkiler tarafından yönlendirilmesidir. Ancak bu şekilde ekonomiyi kar etme güdüsüyle beslenen piyasa ilişkilerinden kurtarıp etiksel değerlerle zenginleşebilecek toplumsal ilişkiler ağı içine gömebiliriz.

Özetle ekonominin hizmetinde bir toplum yerine, toplumun hizmetinde bir ekonominin mümkün olduğunu seslendirmeliyiz. Başka bir dünyanın temel taşlarından biri bu olacaktır.

Birgün:  Toplumsal ekoloji anlayışı, kendi özgün kuruculuğunu hangi temel noktalar üzerinden var ediyor?

Ş.İ.: Toplumsal ekolojinin yaşadığımız ekolojik problemlerin temelinde toplumsal ilişkilerin ve çelişkilerin yattığını düşünür. Ekoloji ve sol yelpazelerdeki duruşuna göre kısaca açıklamaya çalışalım. Toplumsal ekoloji anlayışına göre doğa giderek genişleyen çok uzun bir farklılaşma süreci olarak görülmesi gereken evrimsel bir gelişimdir. Bu süreç ne kadar farklı olursa olsun cansızdan canlıya ve nihayet toplumsal olana doğru birikerek çoğalan, evrimsel bir süreçtir. “Birinci doğa” insani olmayan doğa yani “vahşi doğa” olarak, doğal dünyanın özellikle de organik dünyanın birikimsel evrimi olarak tanımlanabilir. “ikinci doğa” ise insanlar tarafından yaratılan tüm değerleri içerir. Yani insani ve toplumsal olan her şey ikinci doğa içine alınır.

Buna karşılık çevreciler birinci doğayı ikinci doğa içinde eritme eğilimindedirler. Çevreciler doğayı insanın hizmetinde olan “kaynaklar deposuna” indirgerler. Yanı sıra ekolojizm de denebilecek akımlar ise vahşi doğayı ön planda yüceltip genellikle insanlığın sorunlarını ve ikinci doğayı küçümserler.

Öte yandan toplumsal ekoloji anlayışı merkeziyetçi., otoriter, hiyerarşik ve ekonomi merkezli sol düşüncelere karşı, hiyerarşik olmayan, taban inisiyatifine dayanan, aşağıdan yukarı doğru gücün azalarak devam ettiği, aktif yurttaş bilincinin güçlendirileceği doğrudan demokrasiyi savunur. Doğrudan demokrasiyi sadece bir yönetim şekli olarak değil, bir yaşam biçimi olarak tahayyül eder.

Kısaca doğaya hükmetme düşüncesini radikal olarak sorgular. Toplumsal ekoloji insanın doğaya hükmetmesi ve sömürmesi gerektiği şeklindeki varsayımın insanın insana hükmetmesi ve onu sömürmesinden kaynaklandığını savunur.  Bu yüzden her türlü tahakküm ilişkisinin engellenmesi ya da yok edilmesiyle insanın doğa üzerinde ki bu yıkıcı tahakkümünü de engelleyeceğini ya da sona erdireceğini savunur…

Birgün: Ekolojik yıkımın toplumsal, politik görüngüleri ve paralellikleri nelerdir? Salt kapitalist kalkınma paradigmasına yönelmek sorunun çözümü için yeterli midir?

Ş.İ.: Son yaşanan Katrina kasırgasıyla ve dünyanın pek çok yerindeki sellerle ekolojik yıkımın sadece vahşi doğayı değil aynı zamanda milyonlarca insanı da nasıl etkilediğini görüyoruz. Kutuplardaki buzullar giderek erirken, oradaki doğal yaşam ve bir çok hayvan türü var olma savaşı verirken, bizler dünyanın öteki ucunda, küresel ısınmanın ölümcül etkilerini toplumsal yaşamımızda doğrudan gözleyebiliyoruz. Ekolojik felaketler ile açlık, yoksulluk ve sefalet bir biriyle yarışıyor. Katrina kasırgasını ya da selleri ele alalım. Sağlıklı içme sularının yetersizliği, besin yokluğu gibi nedenlerle o bölgelerde tarihe karıştığını düşündüğümüz sıtma gibi bir çok bulaşıcı hastalığın görülme ihtimali artıyor. Ve milyonlarca insan ekolojik felaketlere bağlı göç etmek zorunda kalıyorlar. Irkçılık ve ayrımcılık tekrar sahneye çıkıyor.

Bir yandan ABD ve dünyanın dev petro-kimya endüstrisinin Irak’ı yağması ve işgali devam ederken, Irak’tak, bebek ölümler oranları artıyor, iyi ve dengeli beslenemeyen anne ve bebeklerin sayısı katlanıyor. Öte yandan GDO’lu ürünleri yetiştirmek için Irak toprakları özelleştiriliyor. Gıda yardımı sadece politik değil “ticari” bir silah olarak kullanılıyor.vs

Tüm bunlar gibi, kapitalizmin, sanayileşmenin, savaşların ve 200 yıllık ekonomik kalkınma anlayışının neden olduğu toplumsal ve ekolojik problemleri çözmek basit bir “teknik” uygulamadan fazlasını gerektiriyor. Zira tüm bu dev boyutlu sosyal ve ekolojik problemlerin kaynağı tabii ki sadece kapitalist ilişkiler değildir. Kapitalist ilişkilerin büyüyerek bağrından çıktığı, insanların birbirleriyle ve doğanın geri kalanıyla kurduğu her türlü tahakküm ilişkisi ve hiyerarşik yapılanmalardır. Bu durum gözden kaçırılmamalıdır. İnsanın doğaya hükmetme düşüncesinin insanın insan üzerinde kurduğu tahakküm ilişkilerinden kaynaklandığını belirmiştik.

Bu, kapitalist ilişkilerin doğurduğu sınıfsal çelişkileri dışlamaz. Ancak sadece onunla da sınırlı kalmaz. Sınıfları hiyerarşik yapılanmalara kadar genişletir. Meseleyi bu perspektiften ele almazsak geçmişte yaşanan deneyimlerin tuzağına kolayca düşebiliriz. Mesele basitçe bir toplumun iktisadi ilişkileriyle sınırlı değildir. Asıl mesele bu iktisadi ilişkileri doğuran hiyerarşik yapılanmalar ve tahakküm ilişkileriyle şekillenen toplumsal, etiksel ve politik ilişkiler yumağıdır.  O yüzden toplumu iktisadi olarak ele alıp açıklayan, toplumların ya da kültürlerin gelişiminin doğal yasalar gibi “iktisadi yasalara” tabi olduğu inancından beslenen ve toplumları buna göre mertebelendiren Marksist ya da liberal tüm “iktisadi ideolojileri” reddetmeden önümüzü görebilmemiz mümkün değildir.

O yüzden bugün nasıl bir kalkınma, nasıl bir ekonomi sorularının yanıtını nasıl bir gelecek, nasıl bir toplum/dünya, nasıl bir yaşam biçimi sorularıyla, yani toplumsal ilişkiler kadar insanın doğayla ilişkisini de yeniden özgürlükçü ve demokratik bir tarzda yaratabilmeye yönelik sorularla birlikte ele almalıyız. Ancak bu şekilde, bütünlükçü bir perspektiften yaklaştığımızda, asıl meseleyi insan merkezli “ekonomik büyüme”  ekseninden çıkarıp, toplumsal, politik ve etiksel ilişkilere yöneltebiliriz.

Birgün:  Tüketicilik sorunsalına hangi açılardan karşı vuruşlar geliştirilmelidir?

Ş.İ.: Tüketim sorunu gereksinimlerden bağımsız düşünülemez. Tüketimin ne kadarının doğal gerçekten ihtiyacımızı doyurduğu ne kadarının yapay olarak “yaratıldığı” meselesi önemlidir. Gereksinimlerimizi belirleyen temel faktörlerin neler olduğu ve hangi toplumsal, kültürel ve psişik değerler tarafından yapılandırıldığı da çok önemlidir. İçinde yaşadığımız ve benimsediğimiz toplumsal yaşam ve bu yaşamın değerleri temel olarak neyi nasıl tüketeceğimizi belirliyor. Bugün içinde yaşadığımız kapitalist sistemi ve onun değerlerini sorgulamaksızın sadece daha az tüketerek doğanın daha az tahrip edileceğini ileri süremeyiz.

Kanımca tüketim kültürünü eleştirirken onu yaratan toplumsal, siyasi ve kültürel ilişkileri temel almalıyız. Bu da gereksinimlerin yeniden tanımlanmasına kadar bir çok konuyu, çok boyutlu düşünmemizi gerektirir.

Birgün:  Eko sistemin zenginliğinin korunması ve kendini dayatan acil gündemlerin çözümlenmesinde resmi kurumlarla ilişkilenme gerekli midir, gerekliyse bu ilişkinin biçimi nasıl olmalıdır? (BM, Ngo'lar vs)

Ş.İ.: Eko sistemin zenginliğinin korunması için her türlü kurum ile ilişkilenme doğrudur. Bunun için bağımsız STK'lar olabileceği gibi bugün daha da revaçta olan platformlar kullanılabilir. Platformlar çok düşünce grubunu içerdiğinden daha az hiyerarşik ve iş yapıcı olabiliyor.

Bugün içinde olduğumuz ya da desteklediğimiz platformlar savaş karşıtı platform, anti-nükleer platform, gdo'ya hayır platformu, sorgun platformu ve şimdilerde kurulan ve 3 aralık Küresel İlkim değişikliği eylemini örgütlemeye çalışan İklim Değişikliği Platformu oldukça başarılı işler yapmıştır.

Gruplar temel taleplerini korumakla beraber asgari talepte birleşilmiş ve bu talep üzerinden iş kotarılması sağlanmıştır. Geçmişte Nükleer Karşıtı Platformun, yakın geçmişte savaş karşıtı platformun ve Gdo'ya hayır platformunun başarıları bilinmektedir.

Bu tür çalışmalar acil gündemlerin çözülmesinin yanı sıra bir dizi aktivistin politik, hareketli ve dinç kalmasını sağlamaktadır. Asıl önemli noktanında bu olduğunu düşünüyorum.

Doğrudan demokrasi için de, tahakkümsüz toplum modeli için de kaderini delege etmeyen, karar sürecinde var oluşunu gösteren insanlara yani Bergama Köylülerine gereksinim vardır.


Birgün Gazetesi-16 Ekim 2005 te yapılan söyleşi.