Biyoçeşitliliği Korumak mı? Totalitarizme Giden Çevre Yolu Mu?
12 Eylül 2010 tarihinden sonra AKP hükümetinin “ileri demokrasi” söylemi ile siyasal ve toplumsal yaşamı kuşattığı bir ortamda güllük gülistanlık yaşıyorken Trabzon Tabiatı Koruma Kurulunca İkizdere’nin doğal sit alanı ilan edildiğini öğreniverdik. Ardından büyü bozuldu, pandoranın kutusu açıldı. Türkiye’de 1600’e yakın HES kurulmasının planlayan hükümetin Başbakanı “bu çevreciler önümüzü kesiyorlar”, dedi. Çevre ve Orman Bakanı da HES karşıtlarını vatan hainliğiyle suçlamaktan geri kalmadı. Ve yıldırım hızıyla AB uyum yasaları çerçevesinde biyoçeşitliliği koruma iddiasıyla ve devlet aklının o ünlü zihniyetini hatırlatırcasına,“Tabiatı ve biyoçeşitliliği koruma kanunu tasarısı” meclise getirildi. O devlet zihniyeti değil miydi ki “bu ülkeye komünizim gelecekse onu da biz getiririz” diyen. Şimdi de o devlet aklına savaş açtığını iddia eden bir siyasi iktidarın aynı saikle ve zihniyetle “bu ülküde doğayı korumak gerekirse onu da biz koruruz” dediğini duyuyoruz. Üstelik eleştirdiklerini söyledikleri zihniyetin üstten, seçkinci ve otoriter diliyle. Aslında bu yasa tasarısı AKP zihniyetinin devlet aklıyla nasıl da hemhal olduğunun alameti farikası gibidir. Ne demek istediğimi açmaya çalışayım.
Sosyo-ekolojik bir olgu olarak İklim değişikliği
Bir yandan Katrina, Rita, Wilma, Alfa derken şimdi de Beta kasırgası, diğer yandan Latin Amerika ve Uzakdoğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde görülen seller … Tüm bu “doğa felaketlerini” nasıl değerlendirmeliyiz? İlahi adaletin tecelli etmesi olarak mı? Yoksa Doğa Ana’nın intikamı olarak mı? Dahası bu olan biteni sadece sıradan “doğa” olayı olarak değerlendirmek yeterli mi?
Belki, Katrina ve Rita gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde olan ve ciddi yıkıma neden olan kasırgaları görünce, bazılarımız “oh iyi oldu. Allah’ın sopası yok ki…bu ilahi adalet olmalı…” gibi “gönül rahatlatıcı” düşünceleri bu mübarek Ramazan günlerinde içimizden geçirmişizdir.
Ekososyalizmin Janus Başı ya da Hayat Memat Meselesi
Son yıllarda sosyalizm ile ekolojiyi birleştirme çabası olarak oluşturulan ekososyalizm fikriyatı Kovel ve Löwy' nin kaleme aldığı ekososyalist manifestoyla yeniden gündeme geldi. Sosyalist ve yeşil/ekoloji çevrelerde yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bazı konuları, Ekososyalist manifesto ve ekososyalizm bağlamında, bu kısa yazıda, yerim elverdiği oranda gündeme getirmeye çalışacağım.
Güneş Tutulmasindan Akıl Tutulmasına; “Kürt Sorunu” Vesilesiyle Şiddet Üzerine Düşünceler…
Güneş tutulması, farklı kültürlerin mitolojilerinde genelde, kötü ruhlar ile güneş arasında geçen bir mücadele olarak resmedilmiştir. Atalarımız, ayın güneşi tam olarak örttüğü o an, kendilerini aydınlatan, ısıtan ve dünyaya hayat veren güneşin ay tarafından tutsaklığının sona ermesi için, ellerine geçirdikleri çanak, çömlek, tencere ve tenekeleri birbirlerine vurup mümkün olduğu kadar gürültü yaparlarmış. Kötü ruhların yani İblis’in bu gürültüden korkup güneşi bırakacağını düşünürlermiş. Güneşsiz bir dünyanın soğuk ve karanlık olacağı, böyle bir dünyada yaşamın ve yaşamanın mümkün olmadığı düşünüldüğünde bu kaygının ve inancın pek boş olmadığı, hatta “aklın icabı” olduğu ileri sürülebilir pekâlâ.
Marksistlerin İmanı
Feminizm ve kadın sorununun revaçta olduğu dönemde sık sık Marksizm'in kadın sorununu sınıf eksenli siyasetin kuyruğuna taktığı tartışılırdı. Bu argümana karşı olarak da çoğu Marksist, aslında Marx'ın kadın meselesi üzerine de çok önemli tespitlerinin olduğunu savunup, Das Kapital'den ve Marx'ın külliyatından pasajları "kanıt" olarak ileri sürerdi