Feminizm ve kadın sorununun revaçta olduğu dönemde sık sık Marksizm'in kadın sorununu sınıf eksenli siyasetin kuyruğuna taktığı tartışılırdı. Bu argümana karşı olarak da çoğu Marksist, aslında Marx'ın kadın meselesi üzerine de çok önemli tespitlerinin olduğunu savunup, Das Kapital'den ve Marx'ın külliyatından pasajları "kanıt" olarak ileri sürerdi

Ekolojik problemlerin daha görünür ve hissedilir olduğu bir dönemde, benzer şekilde bugün de, Marx'ın "aslında herkesten önce" ekolojik sorunlar üzerine önemli tespitlerde bulunduğu ileri sürülüyor. Hatta Marx'ın düşüncesinin "sistematik biçimde ekolojik" olduğu, bu düşüncenin Marx'ın "tarih biliminden kaynaklandığı" dillendiriliyor.

Oysa sormak zorundayız: Marksist külliyatın "derinliği" karşısında hayrete düşen, onu aşmayı tahayyül bile edemeyen Marksistlerin bu davranışları ile, Cebelitarık Boğazı'nda ki "görünmez duvar"ın sırrını "kutsal kitap"larında arayan imanlı "ilahi şifre çözücü"ler arasında fark var mı! Marx'ı "ilahi bir şahsiyet", yazdıklarını "kutsal metinler" olarak kabul edersek; Marx'ı bırakın aşmamız, O'nu gerçekten anlamamız mümkün olabilir mi? Tarihin devinimi içerisinde elbette Marx'ı yeniden ve değişik gözlerle okumalıyız, tıpkı Aristoteles'i, Cicero'yu, Spinoza'yı daha pek çok filozofu olduğu gibi. Ama bu çaba onun bilgeliğini, tartışılmazlığını, doğruluğunu kanıtlama değil sadece "okuma" çabası olmalı.

Bu yazıda, Marx'ın "düşüncesinin sistematik olarak ekolojik" olmadığını, bunun da tarihsel materyalizmden kaynaklı olduğunu ileri sürebilirdim. Bunun için Marx'ın doğayı "zorunluluk alanı" toplumu da "özgürlük alanı" olarak kabul ettiğini; teorisini bu hatalı kabulleniş üzerine kurduğunu; doğayı daha çok edilgen nesneler yığını, hammadde ve kaynak deposu olarak algılama eğiliminde olduğunu; doğaya hükmetme düşüncesini sorgulamadığını; doğaya hükmeden insanın şekillendireceği toplumsal yapılanmanın "herkesin yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre" şekillenemeyeceğini; insanın doğayla uyum içinde birbirlerini zenginleştirerek özgürleşebileceği düşüncesinin aksine "insanın doğayı emek potasında eritilerek özgürleşeceğini" düşündüğünü iddia edebilirdim. Ve hatta bu cümleler ile yetinmez, "kanıt" olarak Marx'ın külliyatından onlarca pasaj aktarabilirdim. Ama bunu yapmayacağım, çünkü bu yaklaşım yukarıda eleştirdiğim Marx'ı mistikleştiren "Marksist İman"ın sınırları içerisinde kalmaya mahkumdur. Oysa hayat sadece Marx mı!

Kanımca üçüncü bin yılın dünyasında "yeni sorular"a ihtiyacımız vardır: Homo Sapiens'i doğal evrimin bir sonucu olduğunu kabul ettiğimizde, insanın toplumsal evriminin başlarında doğa ile organik bir ilişki içinde olduğunu ileri sürebiliriz. Öyleyse henüz doğayı "öteki"leştirmemiş insanın "kendi doğasına hükmetmeden dışsal doğaya hükmetmesi" mümkün müdür? Yaşlıların gençler, erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu tahakküm ilişkileri gibi birçok toplumsal hiyerarşik yapılanmanın ve hükmetme ilişkisinin belirleyici olmadığı toplumlarda, insanların doğaya hükmetmesi ve bunu meşrulaştırması olanaklı mıdır? Ekolojik problemleri toplumsal bağlamdan arındırıp tartışmak ne kadar doğrudur? Küresel iklim değişikliğini, nükleer enerji sorununu, GDO'lu ürünleri ve biyoteknolojiyi; Irak savaşından, küresel açlık ve kıtlık sorunundan, ulusötesi şirketlerden, kapitalizmden, zengin ile yoksul arasındaki gelir uçurumundan, sosyal adaletsizlikten, makro ve mikro iktidar ilişkilerinden, kısacası toplumsal ilişkilerin tümünü içerecek biçimde, Marx'tan "kaçmadan" ve sadece onunla yetinmeden tartışmamız gerekmez mi?

Ekolojik problemlerimizin kökenini irdelerken insanın insanla ve doğanın geri kalanıyla kurduğu ilişki tarzını sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. "Doğaya hükmetme düşüncesi"nin insanın insan üzerinde tahakküm kurmasından ve onu sömürmesinden bağımsız olmadığını kabul ettiğimizde ancak, ekolojik problemleri sadece bir "çevre sorunu" olmaktan kurtarıp, "toplumsal-politik" bağlamda ele alabiliriz.