Kürt meselesinin çözülmesini istemeyecek pek çok aktörün olabileceği ve barış sürecinin sabote edilebileceği riski maalesef her zaman pusudadır. Önemli olan barış sürecinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi konusunda PKK-BDP ile AKP iktidarının tavrının ve iradesinin ne kadar samimi ve net olduğudur.

Gezi olayları ile kendini bir komplo teorisine kaptıran - hatta bu konuda oldukça hevesli de görünen AKP iktidarı, Gezi parkı protestolarıyla başlayan direnişin ve hareketin Kürt meselesini çözmek için girişilen süreci sabote etmek için tezgâhlandığını ileri süregeldi. Başbakan’ın sahiplendiği ve iktidar çevrelerinin devamlı olarak işledikleri bu sav ile AKP iktidarı, barış sürecini sekteye uğratabilecek unsurların sorumluluğundan kendini azade etmeye çalışıyor gibi görünüyor. Bir yandan İktidar çevrelerinin dillerine pelesenk ettikleri askeri vesayet rejiminin hâlâ tamamen temizlenmediği düşüncesi, öte yandan sıkça öne sürülen “sivil darbe girişimi” gibi haberler, seçim sathı mahalline girdiğimiz bu aylarda Erdoğan’ı yeniden mağdur konumuna düşürme stratejisinin emareleri olarak okunabilir pekâlâ.

Oysa Başbakan Erdoğan’ın, Gezi’nin demokrasi, adalet ve saygı talebine yönelik takındığı tavrı; ardında Taksim meydanı ve Gezi parkına yapılan müdahalelerle öne çıkan polis şiddeti ve hak ihlalleri karşısındaki sahiplenici ve hatta mükâfatlandırıcı yaklaşımı ve “milli irade” mitinglerindeki söylemleri dikkate alındığında; Erdoğan’ın mağdur değil daha çok muktedir olarak sahneye çıktığına tanık olduk. On yıl önceki mağdur Erdoğan’ın birleştirici ve farklılıklarıyla “milleti” kucaklayan söylemlerinin bu sefer Gezi direnişçileri tarafından haykırıldığına şahit olduk ülkece. Buna karşılık Erdoğan’ın yıktığı askeri vesayetin diline ve tavrına neredeyse birebir sahip çıktığını gördük. Milli irade mitinglerinde daha çok toplumu “benim milletim” ve diğerleri olarak ikiye böldüğünü, gezi çevresinde toplanan milleti “makbul olmayan” olarak sınıflandırdığını ve ötekileştirdiğini izledik, 75 milyon olarak; dünyayı saymazsak…

On yıl önce askerî vesayet altında gerçekten mağdur olan Erdoğan’ın kullandığı dil ile bugün kullandığı dil arasındaki tezatlık aşikâr değil mi? Öyleyse sormak zorundayız; Sayın Erdoğan’ın bu şekilde ötekileştirici bir dil kullanarak toplumun sinir uçlarını devamlı kaşıması, toplumsal barış sürecinin ruhuna uygun mudur? Bir toplumun dinî, mezhepsel, millî ve kültürel farklılıklarını öne çıkaran ayrıştırıcı ve rencide edici bir dil kullanmak, farklılıklarımız ile birlikte yaşamamızı nasıl sağlayacaktır? Başbakan’ın mitinglerde kullandığı söylemi ve dili, seçime yönelik sağ-muhafazakâr hatta milliyetçi kesimleri kendi çevresinde toplama stratejisi olarak görüp, mazur ve meşru kabul etmek ne kadar doğrudur? Bu tarz bir yaklaşım, iktidara yönelik zaten var olan “güven sorununu” daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmayacak mıdır? AKP iktidarının bu denli dar-görüşçü ve çıkarcı bir yaklaşımı ile toplumsal barışı inşa edebilmesi mümkün müdür?

Gezi, Lice, duygudaşlık ve barış

Öte yandan durmadan çözüm sürecini sabote ettiği iddia edilen Gezi’ye barış süreci açısından bir bakalım. Daha önce de vurguladığımız gibi, Gezi ruhu bize farklılıklarımızla birlikte yaşayabileceğimiz umudunu verdi. Bu umudun üzerinde yükseldiği temel her türlü yaşam biçimine saygı ve özgürlük talebidir. Park forumlarını yakından izlediğimizde her düşüncenin dile getirildiğini ve herkesin birbirini dinlediğini, anlamaya çalıştığını görüyoruz. Abbasağa forumunda örneğin, bir kişi çıkıp şimdiye kadar Kürt kardeşlerini yeteri kadar anlayamadığı için, başörtüsüyle-türban ile üniversiteye giremeyen kız arkadaşlarının yanında olmadığı ve onların haklarını savunmadığı için onlardan özür diliyor. Ve bu düşüncesinden dolayı parktan büyük destek alıyor. Ayrıca park forumlarının çözüm sürecine ciddi oranda destek verdiklerini de notlardan okumak mümkün (bkz. parklarbizim.blogspot.com).

Tüm bu gelişmeler ışığında değerlendirdiğimizde; Gezi’nin yarattığı insanlık durumu yıllardır özlemini çektiğimiz, farklı toplumsal kesimlere yönelik empati duygumuzu da yeniden inşa etme yolunda umut vaat ediyor. Bu insaniyet halini daha da genişletip yaygınlaştırmak gerektiğini düşünüyorum.   Örneğin LGBT Onur yürüyüşü ve Lice olayları sonrası gösterilen demokratik-barışçıl tepkilerin bu minvalde çok önemli olduğu aşikârdır.

Benzer bir empati gelişimine Lice olayları sonrasında da tanık olduk. Malum bir hafta önce Lice’deki karakol kurulmasına karşı yapılan yürüyüşte protestocuların üzerine askerlerce ateş açıldığını, on kişinin yaralandığını Medeni Yıldırım isimli bir gencin hayatını kaybettiğini öğrendik. Hemen ardında müthiş bir refleksle Beşiktaş’tan Kadıköy’e Ankara’dan İzmir’e Adana’ya pek çok ildeki park forumlarından Lice olaylarını protesto sesleri yükseldi, #direnlice sloganlarıyla… Ve ertesi gün on binler “bir yanım Taksim bir yanım Lice” pankartıyla sadece Taksim dayanışması ve Türk bayrakları eşliğinde göstericiler üzerine ateş açılmasını protesto etti; ve sorumluların bir an önce bulunup yargılanması talebini dillendirdiler. Üstelik tüm komplo senaryolarına nispetle… #direnlice, #direnbarış sloganlarıyla…

Kadıköy, Beşiktaş ve İzmir gibi ulusalcı oyların tavan yaptığı sahil şeridinden bu tarz bir tepkiye daha önce tanık olmamıştık. Lice’de olanlar aslında onlarca yıldır o bölgenin en yakıcı ve acı verici olaylarından sadece biriydi belki; ama Lice’nin feryadına orta-sınıf ağırlıklı ve refah düzeyi görece iyi olan yurdumun diğer kesimince karşılık verilmesi ve bu çığlığın duyulması bir ilkti. Aslında bu olay, Gezi ruhunun bizim gibi olmadığını düşündüğümüz toplumsal kesimlerin uğradığı haksızlığa ve adaletsizliğe yönelik kayıtsızlık dehlizindeki kör-sağır-dilsiz ruhumuza, bir nevi hayat üflediğinin kanıtı değilse nedir?

Muktedir ile değil kurban ile kurulan bu duygudaşlık ne yazık ki Türkiye toplumunun aşina olduğu bir durum değildir. Biz, genellikle muktedir karşısında duygudaşlık gösteriyoruz. Oysa Gezi’nin yarattığı yeni insaniyet durumu, kurban-lara karşı duygudaşlığı öne çıkarıyor. İşte bu yüzden gezi ruhu barışın garantisidir.

Öte yandan, barış sürecinin önündeki en büyük engellerden birinin Türk tarafının “bölünme” kaygısı olduğu bir vakıa iken; Gezi sonrası, bu kaygının en yoğun olduğu “sahil” bölgelerinden sökün eden bu duygudaşlık halinin, barışın zeminini pekiştirdiğini söyleyebiliriz. Bu denli yaygın olarak ilk kez tecrübe ettiğimiz bu insaniyet halini gün yüzüne çıkardığı ve farklılıklarımızla bir arada yaşayabileceğimiz umudunu yeşerttiği için, gezi ruhu barışın garantisidir.

Başkasının acısını algıladığı ve bu acıya sahip çıktığı için gezi ruhu barışın garantisidir.

Ötekileştirici ve kibirli bir dil kullanmadığı için gezi ruhu barışın garantisidir.

Beraber yan yana, omuz omuza yüründüğünde ancak, Gezi’nin bir anlamı olacağını bize kanıtladığı için gezi ruhu barışın garantisidir.

Ve nihayetinde; demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet talebini herkes için savunduğundan dolayı gezi ruhu barışın garantisidir.

 

7 Temmuz 2013 insanhaber