Önce çok bilindik bir hikâye ile başlayalım:  bu hikâye küçük bir çocuk, büyük bir hayal ve dışarıdan bakılınca küçük çocuğun o büyük düşünü gerçekleştirmesinin önünde duran koskocaman bir yokluk-eksiklik hali- ya da zayıf yanıyla ilgili…

Küçük çocuğun büyük ideali; büyüyünce iyi bir judo ustası olmakmış. Gelin görün ki talihsizlik bu ya, çocuk geçirmiş olduğu trafik kazası sonucu sol kolunu yitirmiş. (Sakın “sol” kolu niye buraya koydun şimdi demeyin… Hikâyenin orijinali böyle, baştan söyleyeyim, maksat tamamen hikâyeye sadık kalmaktan ibaret…)

Neyse, sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yıkılan çocuğunun çok üzüldüğünü gören babası, en azından biraz judo öğrenip ardından hevesini alsın diye, küçük çaplı bir  turnuvaya katılabileceğini düşünmüş olmalı ki, Japonya'nın ünlü bir Judo ustasına gidip yapılacak bir şeyin olup olmadığını sormuş…

 

Hoca: Getir çocuğu, bir bakalım, demiş.

 

Ertesi gün baba-oğul varmışlar hocanın yanına… Hoca çocuğun azmini ve isteğini görünce, yarın eşyalarını getir, çok çalışmalıyız demiş.

 

Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve "bu hareketi iyi çalış" demiş.

 

Çocuk bir hafta aynı hareketi çalışmış… Sonra hocasının yanına varmış; “bu hareketi öğrendim başka bir hareket daha öğrenmeye geldim” demiş, kendinden emin…

 

Hoca, “çalışmaya devam et” demiş.

 

Neyse uzatmayalım bir ay, üç ay, altı ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş… Çocuk bu bir yıl boyunca hep “o aynı hareketi” tekrarlamış.

Hocanın yanına tekrar gitmiş: “Hocam bir yıldır aynı hareketi yapıyorum bana başka hareket göstermeyecek misiniz?” demiş.

 

Hocanın yanıtı değişmemiş: Sen aynı hareketi çalış oğul. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz…

İki yıl, üç yıl, beş yıl derken çocuk judodaki 10. yılını doldurmuş. Mesel bu ya, bir gün bu kez çocuk değil hocası yanına gelip. ..."Hazır ol!" demiş. "Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!"

 

Bu on yılda çocuk olmuş mu delikanlı. Ama bu delikanlılık onun şok olmasına engel değilmiş elbet… Hem sol kolu yok,  hem de judoda bildiği tek hareket var.

 

Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş; ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.

 

Turnuvanın ilk günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve o da ne, kazanmış…

 

Maçlar birbirini izlemiş, galibiyetler de… Çeyrek, yarı final derken final...

Finalde delikanlının karşısına ülkenin #son on yılın yenilmeyen şampiyonu-ustalar ustası büyük usta çıkmış…

 

Tam bir #üstat, delikanlı dayanamayıp hocasının yanına koşmuş..

 

"Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama, rakibime bir bakın hele.. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var… Bu kadarı bana yeter… Bari müsabakaya çıkıp da rezil olmayayım; izin verin turnuvadan çekileyim…"

 

''Olmaz'' demiş hocası, ''Kendine güven, çık dövüş... Kazanamasan da var gücünle #diren. Yenilirsen de namusunla, #haysiyetinle yenil''.

 

Çaresiz çıkmış müsabakaya bizim delikanlı. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış. Ve tak..! Gözlerine inanamamış, on yılın yenilmeyen büyük ustasını, o üstadı yenmiş.

 

Aslına bakarsanız hiçkimse de bunu beklemiyormuş.  Herkes daha ne olduğunu anlayamadan kupayı alıp soluğu hocasının yanında almış ''Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım?''

 

''Bak oğul #10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir, ikincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin, senin sol kolundan tutması gerekir!''

 

Her hikâyede olduğu gibi, bu hikâyeyi de herkes kendi meşrebince anlayacaktır şüphesiz.

 

Hikâyelerin güzelliği de burada değil mi ki. Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki; bu hikâyedeki o çocuğun azmi olmasa bu hikâye başlamazdı bile.

 

Peki ya  dışarından bakılınca küçük çocuğun o büyük düşünü gerçekleştirmesinin önünde duran koskocaman bir yokluk-eksiklik hali-ya da zayıf yanı ne ola ki?.. (sonradan anlıyoruz ki zayıf-eksik diye görünen şeyler/özellikler pekâla güçlü yanımızı da oluşturabiliyor.)

 

En büyük gizem ise o çocuğun zayıf yanı diye görünen eksikliğine değer-anlam katan  “devamlı çalıştığı hareket”. Harbiden bu hareket de neyin nesi? Bence üzerine çokça kafa yormamız gereken, hayatî mesele tam da burası…

 

İşte bu noktalarda meşrepler devreye girecek ister istermez, iyi ki mi demeliyiz...

 

***

 

Şimdi artık yazının başlığına dönebiliriz. Gezi ve yerel seçimler mevzuu. Gezi'nin lidersiz oluşu, bölük pörçüklüğü, çok farklı siyasi ve toplumsal grupları ve kişileri içinde barındırdığı görülüyor. 

 

Bu görünüm hakim siyaset yapma tarzı açısından önemli bir eksiklik hali, yokluk hali olarak değerlendiriliyor. 

 

Hatta siyaset dışı, apolitik olarak da kabul edildiğini görüyoruz. Birbiriyle uzlaşamaz denen "beş benzemez”in bırakın uzlaşmayı yan yana olması, üstelik "herkes için" “hep birlikte” mücadele edip direnmeleri herkesi, başta siyaset erbabını hayrete düşürmedi mi?

 

Bu hayrete düşme halinden hiçbir siyasi örgütün muaf olduğunu da sanmıyorum. Buna daha sonraları Gezi'nin içinde/yanında var olmaya çalışan ve destek veren irili ufaklı muhalif "radikal" parti ve grupları da eklemek gerekiyor. 

 

Bu haysiyet-onur mücadelesinin belki de en önemli saç ayaklarından biri olan herkesin birbirine ve ötekine duyduğu katıksız "saygı hali", sadece kendisinden farklı olanın varlığına duyulan saygı ile sınırlı değildi şüphesiz.

Kaldı ki bu bile başlı başına "değerli" bir insanlık durumudur. Gezi'nin evrildiği şu momentte artık bunun fazlasından bahsedebiliriz, bahsetmeliyiz de: Kendi yaşamını savunmanın yolunun ancak ve sadece "başka"sının yaşamını savunma ile anlamlı ve mümkün olabileceğini öğrendik. 

 

Yaşamımızı/yaşamlarımızı savunma talebi ile çıkılan bu gezintide gün geçtikçe, tüm farklılıklarımızla, hep beraber "yaşamlarımızı yeniden oluşturabilme-yaratabilme" gücümüzün varlığını keşfettik.

 

Beri yandan Gezi ruhu totaliter ve otoriter zihniyete karşı özgürlükleri, gerçek demokrasiyi ve eşitliği şiar edilmiş çoğul bir mücadele hattını örebilme umudunu yeşertti.

 

Bu umut ölüme ve tüket(n)meye karşı tüm renkleri ve çeşitliliğiyle yaşamı savundu. O yüzdendir ki; bu mücadele ruhu anti-otoriter olduğu kadar aynı zamanda dünyada canlı cansız her varlığı piyasada alınıp satılan metalara dönüştüren, tüm yaşam formlarını çürüten, yok eden ölüm yönsemeli neoliberalizme de karşıdır.

 

Aslında yukarıda bahsettiğimiz Gezi ruhunun amorf, ele avuca gelmez hali, yani ruhu, "bize karşı onlar" formülü üzerine kurulmuş egemen siyaset ilkeleri için Gezi'nin eksikliği, zayıflığıdır şüphesiz.

 

Her şeyin daha katı ve sert sınırlarla birbirine karşı konumlandırıldığı siyaset arenasında muktedir, karşısında kolayca sınıflandırabileceği ve kendi kuralları ile "ötekileştirebileceği" bir oluşum görmek ister.

 

On yıllık yenilmezliğini başkasına kaptırmayacak olan üstat ne de olsa "dört dörtlük bir bedene" sahip bir yapıyla mücadele etmek konusunda ustadır.

Bu konuda rakip tanımaz. Gezi direnişinin muktediri dumura uğrattığı o anlarda, Egemen Bağış'ın sık sık "bir parti kurup karşımıza çıksınlar" sözünü hatırlamakta fayda vardır. 

 

Gezi'nin bundan sonraki akıbeti mevzuunda pek çok kişi Gezi'nin bu açıklanamaz çoğulluk halini, bir eksiklik/yokluk hali olarak kabul ediyor.

O yüzden de Gezi'nin yok olmaması için bir parti çatısı altında (ya da çatı-partisi) örgütlenmesinin gerektiğini öne sürüyor. Kısa yoldan, bunun egemen siyaset mekanizmasına dahil olmak anlamına geldiğini düşünüyorum.

 

Hakim siyaset anlayışı açısından bakıldığında Gezi'nin bu eksiklik halinin bir zaaf olduğu ileri sürülebilir şüphesiz. Oysa Gezi zaten bu siyaset tarzına karşı yeni bir politikanın mücadelesini vermedi mi? Gezi direnişi karşısında egemen siyasetin ne kadar çaresiz kaldığını tecrübe etmedik mi?

 

Gezi'nin hangi yanının eksik/zayıf olduğu ya da güçlü olduğu mevzuu mesel(ey)e nereden, hangi pencereden baktığımızla alakalıdır.

 

Egemen siyaset yapma tarzı açısından baktığımızda evet, Gezi'nin beş benzemezi bir arada tutan (en azından şimdilik) ele avuca gelmeyen, sert sınırlarla çizilmeyen ve bildik kalıplara girmeyen amorf yapısı ile "bildik" siyaset arenasına dahil olması, onun zayıf yanı olabilir.

 

Oysa farklı bir politika yapma tarzı açısından olaya yaklaştığımızda pekâla, Gezi’nin beş benzemez ile "hep beraber herkes için" özgürlük, eşitlik talebi Gezi'nin en güçlü yanı olabilir.

 

Gezi'nin zayıf/güçlü yanını kısa, hattan üstünkörü tarif etmeye çalışsak da bence asıl üzerinde uzun süre düşünmemiz gereken mevzu, bu "görünürde zayıf " olan yönümüzü nasıl "güçlü" konuma geçirebileceğimizdir.

 

Sözün özü devamlı çalışmamız gereken o hareketin, hamlenin ne olduğu konusu üzerine epey kafa yormamız gerektiği açık.

 

Gezi'nin yerel seçimlerde takınacağı tavır konusunda parti ya da çatı partisi seçeneklerinin ötesinde Gezi'nin ruhuna (eksikliğine) uygun hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum.  Aksi takdirde eleştirdiğimiz devlet-yönetiminin dehlizlerinde ruhumuzu kaybetmek işten bile olmayacaktır.

 

Bu minvalde Gezi hareketi ve seçimler konusunda Cihan Tuğal'ın önerileri tartışmayı hak ediyor kanımca.

 

Seçim bahane, Gezi şahane

 

Hareketin devamı ve daha da önemlisi canlılığını ve tutkusunu, umudunu diri tutabilmek için neler yapılabileceğini tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. 

Öte yandan “herkes için- hep beraber” özgürlük, eşitlik ve demokrasi talebimizi nasıl, hangi yollarla kitleselleştirebileceğimiz meselesi de bir o kadar önemli diye düşünüyorum.

 

Bu konularda düşündüklerimizi uygulayabileceğimiz en önemli mecralardan/uğraklardan biri şüphesiz ki yaklaşan yerel seçimlerdir.

 

Asıl amacımız, insanların yaşam alanlarındaki, mahallelerindeki, sokaklarındaki, şehirlerindeki ve hatta ülkedeki sorunlar ile ilgili konularda tartışabilecekleri ve ortak kararlar alabilecekleri oluşumlar/yapılar oluşturmak olmalıdır. 

 

Park forumları bu bağlamda işlevselliğini devam ettiriyor olabilir ancak, park forumlarına ya da mahalle toplantılarına/meclislerine  “sıradan” yurttaşların katılımının nasıl sağlanacağı mevzu önümüzdeki en önemli sorunlardan biri gibi duruyor. 

 

Zira oluşturulan bu yeni müşterek alanlara sıradan yurttaşların “iştirak”ını sağlayabildiğimiz oranda hareketin ruhunu geliştirebileceğiz.   Aksi taktirde hareket, kısa sürede “sönümlenip” ortadan silinebilecektir.  Bu bağlamda seçim çalışmaları bize bu olanağı verebilir.  

 

Sözün özü, yerel seçimler aslında gezi ruhunu hep beraber örebilmek ve kitleselleştirebilmek için bir vesile olarak kabul edilebilir.

 

Cihan Tuğal’ın da dile getirdiği gibi “Hareketin önceliği aday belirlemek, destekleyecek parti saptamak, hatta parti kurmak bile değil, taleplerini ve duruşunu  netleştirmek ve de bu duruşu seçimlerde seslendirecek örgütlülüğü yaratmak olmalı” şüphesiz.

 

Buna ek olarak, bu minvalde hareketin amacı, komşularımıza sadece Gezi’yi anlatmak olmamalı; bizatihi komşularımızı, kendi sorunlarını diğerleriyle birlikte tartışabilmeye ve ortak kararlar almaya davet etmek olmalıdır.

 

Zira ancak o vakit, bu davet ile gerçek yurttaş olarak hep birlikte kendimize ve birbirimize karşı sorumluluğumuzu çoğaltabiliriz. 

 

 

*Bu yazı Bianet’te yayınlanmıştır. (6 Eylül 2013)