Günlük yaşamımızda bir çok sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Bu sorunların önemli bir bölümü içinde yaşadığımız toplumun genel sorunlarının bir parçası ya da bize yansıması. Sözgelimi işsizlik sorunuyla karşılaşıyorsak, bu bizim kişisel olarak yaptığımız hatalardan çok hükümetin izlediği politikaların ya da küresel olarak gelişen ekonomik süreçlerin bir sonuçu. Çalıştığımız işyerinde bir sorun yaşıyorsak bu sorun genellikle işyerlerinde yerleşmiş kültürün bizim insani ihtiyaçlarımıza karşılık vermemesinden kaynaklanmaktadır. İnsanlar daha ilk uygarlıklar oluştuğu günden bu yana toplumsal sorunların daha kolay çözüleceği bir toplumun nasıl olması, nasıl örgütlenmesi gerektiği üzerine kafa yordular. Antik Yunanistan'da düşünürlerin kafa yorduğu en karmaşık sorunu belki de bu oluşturuyordu.


Başlangıçtan bu yana "nasıl bir toplum" sorununa kafa yoran düşünürlerin kafasında iki düşünüş tarzı her zaman çatışma içinde oldu. Bunlardan biri insanın giderek özgürleşmesi düşüncesi diğeri ise tersine insanın sürekli denetim altına alınması düşüncesiydi. Kimi düşünürler bunlardan birini kendilerine temel alırken kimileri de bu iki düşünce arasında bir uzlaşma noktası bulmaya çalıştılar. Özgürleşmeyi esas alanlardan kimileri insanın doğuştan iyi olduğunu varsayarken, kimileri ise insanın doğuştan olumlu potansiyeller taşıdığını ve bunların açığa çıkmasının koşulları üzerine kafa yordular. Bunun karşısında yer alanlar ise insanın doğuştan ya da yaratılıştan kötü olduğunu, ancak bu kötü eğilimler kontrol altına alınırsa iyi yönlerin ortaya çıkabileceğini savundular. Bunlar baskıcı politik sistemlerden ve güçlü devletten yana oldular. Çünkü insanları denetleyen güçlü mekanizmalar, yasalar, onları uygulayan kolluk güçleri olmazsa "içindeki şeytana" kapılacak insanların toplumu kaosa sürükleyeceğini düşündüler.

Genel olarak otoriter bakış açısı olarak niteleyebileceğimiz, insanın baştan kötü eğilimlerle doğduğunu varsayan yaklaşımın tarih boyunca toplumlara hakim olduğunu ve günümüzde de egemen kültürleri belirlediğini saptamak durumundayız. Sözgelimi çocuğun "terbiye edilmesi" hep vurgulanır, olumlu potansiyellerinin açığa çıkarılması ise ikinci planda kalan bir iş gibidir. Hatta çoğu zaman ihmal edilir, çünkü bu potansiyeller para kazanmaya her zaman uygun değildir. Yalnızca para kazanmaya yönelik beceriler geliştirilmeye çalışılır.
 

Bu konuda sağlıklı bir bakış açısı geliştirmek için doğaya bakabiliriz. Bir çam ağacının kozalağı ya da genel olarak bir bitkinin tohumu her zaman kendisini yeniden en iyi özellikleri ile üretecek potansiyele sahiptir. Ancak bu potansiyelin gerçekleşmesi için gerekli koşullar vardır. En başta uygun bir toprak, ardından su ve tohum yeşerdikten sonra yeterli güneş v.s. Bu koşulların sağlanamadığı koşullarda tohum ya çürüyecek ya da sağlıksız veya cılız bir sekilde gelişecektir. Burada tohumun taşıdığı kötü “potansiyel”den söz edebiliriz. Tohum yok olma, sağlıksız büyüme ve hatta bulaşıcı bir hastalığa yakalanma “potansiyel”ine de sahiptir. Ancak esas olan ve normal koşullarda gerçekleşen o bitkinin tüm olumlu özellikleri ile kendini yenilemesidir. Tersini düşünmek doğadaki evrimsel gelişmeyi inkar etmek anlamına gelir. Olumsuzlukların bir başka güç tarafından bastırılması gerekmiş olsaydı, giderek daha karmaşık canlıların oluşumuna olanak sağlayan doğal evrim insanı ortaya çıkaramazdı.
 

İnsan için ise bitkinin yetiştiği toprak toplumdur. Daha küçük yaştan itibaren temel gereksinimleri karşılanmayan bir insan sağlıklı bir şekilde gelişemeyecek ve gerçek potansiyelleri ortaya çıkmayacaktır. Sağlıklı beslenmeyen veya çevresinden sevgi ve saygı görmeyen ya da yeteneklerini geliştirmek yönünde teşvik edildiği değil, sürekli davranışlarının kontrol altına alındığı bir ortamda büyüyen çocuk baştan sağlıksız yetişiyor demektir. Çocukluğunda sağlıklı yetişse dahi kendi potansiyellerini gerçekleştirme olanağı bulamayan bir insan çürümeye başlayacaktır ve kötü “potansiyel” açığa çıkacaktır.
 

Sonuç olarak; insanlığı daha ileriye götürecek bir toplumu amaçlıyorsak, insanı baştan kötü varsayarak kontrol altına almak yerine onun olumlu potansiyellerini açığa çıkaracak özgürlüğe vurgu yapmak ve özgürlükçü bir toplumu hedeflemek durumundayız. Böyle bir toplumda insanlar yaratıcılıklarını çok farklı alanlarda ortaya koyabilecek ve yaratılan zenginlikler birbirini kontrol altına alma kaygısı olmadan paylaşılabilecektir.

 Sydney, 22 Şubat 2004

* Bu yazı Avustralya'da haftalık Dünya gazetesi için yazılmış ve orada yayınlanmıştır