Yazar: Yavor Tarinski

Kentler insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kentlerin kurulmasıyla birlikte, sakinlerinin gerçek siyasi özgürlüğü deneyimlemelerine olanak tanıyan bir kamusal alan ortaya çıkmıştır. Kent, doğrudan demokrasiyi ve polis kavramını doğurmuştur -her ikisi de yurttaşların ortak kentsel yaşamlarını tüm alanlarında kolektif ve eşit bir şekilde kendi kendilerine yönetebilecekleri ve yönetmeleri gerektiği fikrine dayanmaktadır. Bu tür özgür kentler kendi aralarında demokratik konfederasyonlar şeklinde ağlar oluşturdular. Kırsal kesimle ilişkileri bir ortak yaşam ve karşılıklı dayanışma ilişkisiydi.

 İmparatorlukların, ulus-devletlerin ve kapitalizmin yayılmasıyla birlikte kentler, siyasi oligarşi ve sınırsız ekonomik genişleme paradigmalarına teslim oldu. Bir zamanlar feodallerden ve zalimlerden korunma sağlayan bir yer olan kent, artık sakinlerini ve onları çevreleyen doğal dünyayı sömüren ve yabancılaştıran bir yer haline gelmiştir. Kentte artık aktif yurttaşlar değil, siyasi olarak pasif vergi mükellefleri ve oy verenler yaşamaktadır.

Ancak yine de polis kavramı unutulmuş değil. Kentsel yaşamın mevcut durumuna yönelik artan memnuniyetsizlik, gelecek için farklı bir kentin tohumlarını barındırıyor. Giderek artan sayıda insan, sakinleri tarafından müşterek olarak görülecek ve yönetilecek kentler arzuluyor. Demokratikleştirilmiş kentsel alan, kente dair gerçek hakların tüm yurttaşlar tarafından deneyimlenmesine olanak tanıyacaktır.

Demokratik Kurumlar

Demokratik ve ekolojik kentlerin üzerine inşa edilmesi gereken temel, halkın kendi kendini sürekli olarak inşa etmesi sürecidir. Başka bir deyişle bu, yurttaşların ortak kentsel yaşam alanlarının yasa ve kurallarını doğrudan şekillendirebilecekleri katılımcı karar alma organlarının kolektif olarak oluşturulması anlamına gelir. Bu tür demokratik kurumlar, gücü tabandan uzak tutan mevcut bürokratik kurumlara hiç benzemeyecek, ancak aynı zamanda kurumların özgürleşme ve kendi kaderini tayin etme önünde bir engel olduğunu ima eden anarşist bir slogan olan “kurumlara savaş aç, insanlara değil”1 sözünün de ötesine geçecektir. Doğrudan yurttaş katılımına dayalı bir kurumsal yapı, gerçek özgürlüğün ortaya çıkması için insanların faaliyetlerini kendi kendilerine sınırlandırmalarına olanak tanıyacaktır. Bu, Rousseau'nun salt iştah dürtüsünün kölelik, kendi koyduğu bir yasaya itaatin ise özgürlük olduğu2 düşüncesiyle aynı doğrultudadır.

Antik ve Orta Çağ'ın bağımsız kentlerinde yaşayan insanlar, bu tür özerk yasa ve anayasa kurumları aracılığıyla krallardan, tiranlardan, soylulardan ve zalimlerden korunmaya çalıştılar. Modern kentin oligarşik yapısı ise giderek artan eşitsizlik ve güvencesizliğin hüküm sürmesine olanak tanımakta. Bunun nedeni, iktidarın bürokratik ve ticari elitlerin elinde merkezileşmesi ve yurttaşların katılımının seçimlerde oy kullanmakla sınırlı bırakılmasıdır.

Bu tür demokratik kurumların rolü, devletçi, baskıcı ve kapitalist olmayan bir iktidarın uygulanmasını mümkün kılmaktır. Bu çerçeve için uygun karar alma organları, Antik Atina'nın da gösterdiği gibi mahalle meclisleri ve belediye konseyleridir. Antik Atinalılar kent yönetimlerini ekklesia'ya (tüm yurttaşların kamu işlerinin yönetimine doğrudan katılma hakkına sahip olduğu halk meclisi) dayandırırken, demagojiden ve siyasi alanın profesyonelleşmesinden kaçınmak için yargıçlarını sortition (kura ile seçim) yoluyla seçmişlerdir.

Atina toplumunun kölelik ve patriarka gibi pek çok sorunu olsa da, yine de bize polis kavramını sunmuştur: doğrudan yurttaşları tarafından yönetilen özgür bir kent.

O halde kentlerimizin siyasi temelleri merkezi bürokratik mekanizmaya değil, her biri 30-50.000 arasında nüfusa sahip (Antik Atina'da genel meclise katılma hakkına sahip yurttaş sayısı) mahalle veya bölgelerde faaliyet gösteren halk meclisleri ağına dayanabilir. Bu organlar, yurttaşların tüm kent sakinlerinin uyması gereken ortak politika ve yasa çerçevesini şekillendirecekleri ana güç odağı olacaktır.

Meclislerin yanı sıra, tabandan gelen gücün kullanılabilmesi için belediye konseylerine de ihtiyaç vardır. Üyeleri demokratik geleneğe uygun olarak kura ile seçilebilir ve görevlerini kötüye kullandıklarına kanaat getirildiği takdirde her zaman görevden geri alınabilirler. Bu tür bir kurum genel kurul tarafından alınan kararların uygulanmasının izlenmesinden sorumlu olacak ve rutin görevlerle ilgilenecektir. Konseyler toplantılarını (halka açık olmalıdır) gerektiği sıklıkta (örneğin haftada iki kez) yapmalıdır. Delegelerin düzenli rotasyonu (her iki, üç ayda bir veya daha fazla) bir hiyerarşinin ortaya çıkmasını önleyecek ve konseye daha geniş bir katılımı mümkün kılacaktır.

Böyle bir demokratik ve ekolojik proje gerçekten devletsizdir ve bu nedenle kentleri Ulus-devletten radikal biçimde farklı araçlarla birbirine bağlamaya çalışır. Devletin aksine, onları her kentin egemenliğini koruduğu konfederasyonlar halinde birleştirir. Murray Bookchin3, böyle bir demokratik konfederasyonun, ciddiyetsiz “gönüllülük” gerekçeleriyle iptal edilebilecek bir anlaşma değil, bağlayıcı bir anlaşma olarak görülmesi gerektiğini belirtmektedir. Bir belediye konfederasyondan ancak konfederasyondaki her yurttaşın belediyenin şikayetlerini derinlemesine inceleme fırsatı bulduktan ve konfederasyonun tamamının oy çokluğuyla konfederasyonun tamamına zarar vermeden çekilebileceğine karar verdikten sonra çekilebilmelidir.

Kapitalizm Sonrası Yerelleşmiş Ekonomiler

Demokratik ve ekolojik kentler paradigması, ekonominin belediye tarafından, yani doğrudan yurttaşlar tarafından sahiplenileceği ve yönetileceği anlamına gelmektedir. Böyle bir kentte ekonomik faaliyetler, halk meclisleri, konseyler ve konfederasyonların doğrudan kontrolü altında, kentsel toplulukların sorumluluğuna verilecektir. Yazar ve aktivist Janet Biehl'in de belirttiği gibi, bu şekilde yurttaşlar kendi toplumlarının ekonomik kaynaklarının kolektif “sahipleri” haline geleceklerdir4.

Böyle bir paradigmada, kent sakinleri işçi ve/veya tüketici olarak oy kullanmazlar. Bunun yerine, mahallelerine ve kentlerine ilişkin ekonomik politikaların oluşturulmasına ve onaylanmasına yurttaşlar olarak doğrudan katılırlar. Yurttaşlar kendi ihtiyaçlarını kolektif olarak belirleyecek, maddi yaşam araçlarını dağıtacak, mevcut kaynakların nasıl kullanılacağına karar verecektir. Demokratik kurumlar, toplumdaki herkesin, hangi işi yapabildiğine bakılmaksızın, yaşam araçlarına erişimini sağlayacaktır. Dahası, yurttaşların kentlerinin ekonomi politikalarını kolektif olarak oluşturmasıyla birlikte, tüm ekonomik oluşumlar iş birliği ve dayanışma gibi etik kavramlara bağlı kalmak zorunda olacağından, kapitalist rekabete de yer ve alan kalmayacaktır.

Birden fazla kenti içeren daha geniş bölgelerin ekonomileri söz konusu olduğunda, yukarıda açıklandığı gibi “aşağıdan” güç uygulamak demokratik konfederasyonlara bağlı olacaktır. Biehl'in yazdığı gibi5: mülk sahibi sınıflardan kamulaştırılan zenginlik sadece bir belediye içinde değil, bir bölgedeki tüm belediyeler arasında yeniden dağıtılacaktır. Eğer bir belediye, diğerlerinin zararına olacak şekilde kendini zenginleştirmeye çalışırsa, konfederasyon üyeleri bunu engelleme hakkına sahip olacaktır. Ekonominin tamamen siyasallaşması, ahlaki ekonomiyi geniş bir bölgesel ölçeğe yayacaktır.

Bookchin'in öne sürdüğü gibi6, post-kapitalist kentin belediyeleştirilmiş ekonomisi, kelimenin tam anlamıyla bir ekonomi olmaktan çıkar. Bunun yerine, insani ve ekolojik ölçütler çerçevesinde demokratik olarak yönlendirildiği için, topluluğun doğrudan demokratik siyasi süreçlerinin kapsamına alınır. İnsanların öncelikle yurttaş olarak katıldıkları böyle bir ekonomide, bir kamusal sorumluluk ahlâkı ortaya çıkar. Aranılan sadece dar anlamda ekonomik refah olmadığından, sağlıklı yaşam ortamı ve güçlü toplumsal bağlar gibi unsurları içeren daha genel bir kentsel yaşam niteliği öncelikli hedef haline gelir. Andrew Flood'un 1995 yılında7 yazdığı gibi, üretimi demokratik olarak kontrol ettiğimiz bir toplumda, kirletmemeye ya da kirliliği absorbe edilebilecek bir seviyeyle sınırlandırmaya kendimiz karar vereceğiz. Flood'ın önerisi, üretim ve tüketimdeki artışın kendi başına bir amaç olmadığı büyüme-sonrası mantığından kaynaklanmaktadır. Böyle bir demokratik ve ekolojik paradigmada, sınırsız genişleme ve kısa vadeli kâr için rekabetin kapitalist zorunluluklarının yerini, yaşam kalitesinin genel artışını amaçlayan koruyuculuk ve öz sınırlama yer almaktadır.

Tarım

Tarım ve kent arasındaki ilişki, kapitalizm sonrası demokratik ve ekolojik geleceğe geçişte köklü bir dönüşüme uğrayacaktır. Günümüzde gıda üretimi kentsel alanlardan uzaklaştırılmıştır. Kentlerimize ulaşan gıda, uzak bölgelerden devasa konteynerlerde geliyor, sadece kendi dar kazançlarını düşünen çok uluslu endüstriler tarafından üretiliyor. Gıdanın kalitesinden ziyade paketlenme ve tanıtılma şekli üzerinde duruluyor. Biyolojik ya da organik olarak üretildiği belirtilen ürünler bile mümkün olduğunca çok insanın sağlığını korumaktan ziyade para kazanmaya yöneliktir.

Günümüzde bu tarımsal sektörleri yönetenlerin, onlara çalışanların üzerinde tarım yaptığı toprakla çok az teması ya da bilgisi var. Aslında bu alanın yönetilme şekli, diğer savurgan, kısa vadeye odaklı kapitalist endüstrilerden çok da farklı değil. Bu durum, tarımın daha önceki biçimleriyle tam bir tezat oluşturuyor. Antik kentler tarım arazilerinin etrafında kurulmuştur. Bu kentlerin insanları gıda yetiştiriciliğini ruhani bir faaliyet, tüketimini ise sosyal bir ritüel olarak görüyorlardı. Sömürüden ziyade bir tür koruyucu tutum söz konusuydu. Theophrasus gibi Antik Atina halkı toplumun doğa ile etkileşimini iki özerk eşit varlık arasındaki ilişki olarak görüyordu. Kuzey Amerika'daki Cayuslar gibi yerli halklar için altlarındaki toprak canlıydı ve “Büyük Ruhu”9 duymak için onu dinliyorlardı.

Toprağın, bu toplumların birçoğunda sahip olduğu yüksek itibar, onların hakim paradigmaları ile ilgiliydi. Birçoğunun dünya görüşü toplum içinde ve doğayla ortak yaşama dair feminist anlayışlar temelindeydi ve bu anlamda oldukça kadınsıydı (Yunanlar hariç, ancak onların patriarka ve gerontokrasiye yönelişi bizim günümüz toplumlarımızda olduğu kadar zamansal olarak genişlememişti). Yiyeceklerini topraktan yetiştirdikleri için, onu tüm yaşamın anası olarak görüyorlardı. Bugün bile Zapatistalar gibi topraklarına bağlı yaşayan yerli topluluklar, mitolojilerini toprak (ve özellikle de ana ürünlerinden biri olan mısır) etrafında inşa etmişlerdir.

Kent yaşamının doğal hayatın bozulması anlamına gelmediği demokratik ve ekolojik bir gelecekte, tarım belli bir dereceye kadar kente entegre edilirken, yurttaşların beslenmesi için hala hayati önem taşıyan kent dışı tarım alanlarının, kendi kendini yöneten kentlerin yanı sıra demokratik konfederasyonlara entegre edilmesi gerekecektir ki bu da tarımsal üretimin kooperatifler ve kırsal meclisler şeklinde radikal bir şekilde ademimerkezileştirilmesi anlamına gelir. Bu, Bookchin'in de belirttiği gibi, tarıma yönelik yeni demokratikleştirilmiş bir yaklaşım anlamına gelmektedir:

Gıda üretimini “doğal kaynaklar” karşısında yalnızca bir “insan tekniği” olarak gören hakim araçsalcı yaklaşımı aşmaktadır. Bu radikal yaklaşım, toprağın bir oikos-yuva olarak görülmesi nedeniyle tam anlamıyla ekolojiktir. Toprak ne bir “kaynak” ne de bir “araçtır”; sayısız türde bakteri, mantar, böcek, solucan ve küçük memelinin oikosudur. Eğer avcılık bu oikos'u büyük ölçüde bozulmadan bırakıyorsa, bunun aksine tarım onu derinden etkiler ve insanlığı onun ayrılmaz bir parçası haline getirir. Artık insanlar toprağı dolaylı olarak değil, doğrudan ve anında besin ağlarına ve biyojeokimyasal döngülere müdahale ederek etkilemektedir10.

Jane Jacobs, kent ve kır arasındaki bu ilişkiyi simbiyotik bir şekilde şöyle açıklıyor: Büyük kentler ve kırsal alanlar birlikte iyi geçinebilirler. Büyük kentlerin yakınında gerçek bir kırsala ihtiyacı vardır. Kırsal kesimin de -insanların bakış açısında- tüm farklı fırsatları ve üretkenlikleriyle birlikte büyük kentlere ihtiyacı vardır, böylece insanlar doğanın geri kalanını lanetlemek yerine takdir edebilecek bir konuma gelebilirler.11

Demokratik ve ekolojik kentler paradigmasında doğa, kentsel meseleyle iç içe geçmiştir. Bunun anlamı, parkların temel bir şekilde günlük hayatın içinde yer alacağıdır; günümüzde aksine büyük parklar bir insanın sahip olabileceği birkaç etkileşim alanından biridir ve günlük hayatta yer almaz. Böyle bir doğal bütünleşmeye yönelik belirli bir kentsel planlamaya ihtiyaç duyulacak olsa da, bu daha çok demokratikleşen sosyal, siyasi ve ekonomik ilişkilere bağlı olacaktır. Örneğin, teraslar, çatılar, parklar gibi kullanılmayan kentsel yüzeylerde bireyler ve kolektif gruplar gıda üretebilir. Bu aynı zamanda ücretsiz, kirlilikten arındırılmış toplu taşıma ağlarının, sokakları araç trafiğinden (ve dolayısıyla otopark ihtiyacından) önemli ölçüde kurtaracak şekilde genişletilmesi gerektiği anlamına da gelecektir.

Tarımın kent yaşamına dahil edilmesi kentlerin gıda bağımsızlığını artıracaktır. Ancak bu kesinlikle yeterli olmayacaktır. Kentlerin kırsal kesimle (tarımın büyük bölümünün yapıldığı yer) tahakküm ve vurgunculuk yerine iş birliği ve karşılıklı dayanışmaya dayalı yeni bir ilişki türü kurması gerekecektir. Bu tür ilişkilerin, tüm tarafların siyasi bağımsızlıklarını korumalarına olanak tanıyan demokratik konfederasyonlara dayanması gerekecektir. Bu da köylerin ve kırsal yerleşkelerin demokratik ve ekolojik kentlerin doğrudan demokratik yaklaşımını benimsemeleri gerektiği anlamına gelir. Bu konfederal düzey aracılığıyla kent sakinleri kendi ihtiyaçları konusunda katılımcı planlamada yer alabilir ve bunları kırsaldaki müttefiklerine iletebilirler ve onların ihtiyaçları da aynı şekilde iletilir.

Enerji

Kentlerimizin geleceğini tartışırken enerji konusu hayati önem taşıyor. Günümüzün yoğun bir şekilde kentleşen toplumları büyük miktarlarda enerji tüketiyor ve bu enerji de doğayı tahrip edici yollarla elde ediliyor.

Demokratik ve ekolojik kentlerin yaratılması, mevcut enerji paradigmamızdan kopmayı gerektirmekte. Bu iki temel yönde değişiklik yapılması anlamına gelir: birincisi, teknolojiyi tarafsız gören mantığın ötesine geçerek, ikincisi ise ihtiyaçlarımızın nasıl ve hangi amaçlar doğrultusunda oluştuğunu yeniden düşünerek.

Modernist sol için sorun mevcut teknolojimiz değil, ona kimin sahip olduğudur. Onlara göre teknoloji sadece yanlış eller (örneğin kapitalistler) tarafından kullanıldığında vahşi, savurgan ve yıkıcıdır. Bu görüşe göre, teknolojik yenilikler ortaya çıktığı bağlam tarafından şekillendirilmez ki bu da başlı başına sorunlu bir görüştür.

Bu mantıkla hareket eden pek çok sol kesim, post-kapitalist kentin enerji ihtiyacının nükleer enerjiden karşılanacağını hayal etmektedir. Nükleer karşıtı harekete verdikleri cevap, fosil yakıtlara olan mevcut bağımlılığımızın dünyamızı yok ettiği ve nükleer enerjinin kurtuluşa giden en hızlı yol olduğudur. Ancak bu enerji kaynağının sahip olduğu ve ortaya çıktığı bağlamsal ortamdan kaynaklanan içsel nitelikleri görmezden geliyorlar.

Her şeyden önce, nükleer enerji ademimerkeziyetçi ve demokratik özyönetim biçimleriyle uyumsuzdur. Aksine, araştırmacı Aaron Vansintjan'ın da belirttiği gibi, büyük devlet ödenekleri ve merkezi planlama gerektirmektedir12. Vansintjan'a göre nükleer enerji; yönetmek, bakımını yapmak ve devreden çıkarmak için bir uzmanlar yönetimi; merkezi bir elektrik sistemi; bunları finanse etmek ve güvence altına almak için büyük devletler ve ardından atıkları en azından önümüzdeki 10.000 yıl boyunca güvende tutacak istikrarlı bir siyasi ortam gerektirmektedir. Teknoloji sadece 80 yaşında, günümüz devletler yaklaşık 200 yıldır var, insanlar sadece 5.000 yıldır tarım yapıyor ve çoğu nükleer atık depolama planı 100 yıllık bir zaman aralığında faaliyet gösteriyor. En hafif tabirle, nükleere bağımlı bir enerji sistemi, günümüzün siyasi kurumlarına çok fazla güvenmek anlamına gelmektedir.

Bu derin bir siyasi meseledir. Nükleer enerjiyle yaşayan bir toplum hayali, totaliter benzeri bir örgütsel yapının, güçlü bir devletin yaratılması anlamına gelmektedir. Böyle bir enerji sisteminin ölçeği, insanlardan uzakta, toplumun geri kalanından ayrılmış alanlarda (hatta bütün kentler bu tür enerji santrallerinin etrafında inşa edilir) konumlandırılmasını gerektirir. Bu ortamda bilim insanları ve teknokrat elitler doğal olarak önemli bir rol oynayacaktır. Nükleer santrallerin beraberinde getirdiği tüm tehlikelerle birlikte, üst düzey güvenlik önlemlerine, kontrol ve denetime ihtiyaç duyulacaktır. Tüm bu gereklilikler nükleer enerjiyi doğrudan demokratik ekolojik vizyonlarla uyumsuz hale getirmektedir. Aksine, eko-faşizm gibi totaliter anlayışlar için çok daha uygundur.

Dahası, nükleer enerji yangınlara, aşırı fırtınalara ve deniz seviyesinin yükselmesine oldukça yatkın olan, iklim değişikliğinden etkilenmiş yeni dünya koşullarıyla da tam olarak uyumlu değildir. Ekolojik yıkım ve iklim aşırılıkları olasılığının artmasıyla birlikte, nükleer enerjinin güvenli bir şekilde çalışabileceği en hafif tabirle şüphelidir. Profesör Heidi Hutner şiddetli hava koşulları, yangınlar, yükselen deniz seviyesi, depremler ve su sıcaklıklarının artışının nükleer kaza riskini arttırdığına dikkat çekmiştir13. Bunun da ötesinde, radyoaktif atıklar için güvenli ve uzun vadeli depolama alanlarının bulunmaması da süregelen bir tehlike olmaya devam etmektedir.

Demokratik ve ekolojik kentler paradigmasıyla uyumlu enerji türleri, yenilenebilir enerji türlerinden elde edilenlerdir. Ancak sadece fosil yakıtlardan yenilenebilir enerji türlerine geçiş yapmak yeterli olmayacaktır. Her şeyden önce yenilenebilir enerji türlerine modernist bir bakış açısıyla yaklaşmaktan kaçınmalıyız. Bu, onları esas olarak merkezi bir şekilde kullanamayacağımız anlamına gelir (endüstriyel tarzda devasa güneş veya rüzgar çiftlikleri gibi), çünkü bu, nükleer enerjinin gerektirdiğinden çok da farklı olmayan bürokratik bir yönetim mekanizması gerektirecektir. Daha büyük ölçeklerden kaçınmak asla mümkün olamayacak olsa da, demokratik ve ekolojik bir paradigma, yenilenebilir enerjileri olabildiğince ademimerkeziyetçiliğe doğru geliştirmemizi gerektirecektir, böylece yerel toplulukların enerji tedariki üzerinde doğrudan kontrol sahibi olmalarını sağlayacak ve aynı zamanda bunları küçülme paradigmasıyla birleştirecektir.

O halde üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir başka konu daha var. Yazar Stan Cox'un belirttiği gibi:

'Yüzde 100 yenilenebilir' kısmında yanlış bir şey yok... 'Talebin yüzde 100'ü' varsayımında [bilim insanları] tehlikeli bir şekilde yanlış yola sapıyorlar. Bu noktada en azından varlıklı ülkelerdeki zorluk, sadece enerji kaynağını değiştirmek değil, aynı zamanda toplumu, herkes için yeterlilik sağlarken çok daha az son kullanım enerjisi kullanacak şekilde dönüştürmektir. Bu, yüzde 100 yenilenebilir bir enerji sistemini daha yakın bir noktaya getirecek ve yüksek enerji dogmasının gerektirdiği ölçüsüz teknolojik başarılardan ve riskli girişimlerden kaçınılmasını sağlayacaktır. Bu aynı zamanda olanaklı olma avantajına da sahip olacaktır.14

Dolayısıyla, ekolojik ve demokratik perspektiften bakıldığında, basitçe şu ya da bu teknolojiye geçemeyiz. Her teknolojik yeniliğin bağlamsallığını ve hangi ölçekte uygulandığını göz önünde bulundurmalıyız. Enerji bir araçtan çok daha fazlasıdır: insanlar, toplumlar ve nihayetinde insanlık ve doğa arasındaki ilişkilerle ilgilidir. Ayrıca, sadece ihtiyaçlarımızın karşılanması için bir araç değil, başlı başına bir ihtiyaçtır ve demokratik bir paradigmada, toplumun tüm üyeleri tarafından yerelden tartışılması gerekecektir.

Demokratik ve Ekolojik Kent Tasarımı

Demokratik ve ekolojik kentlerin yaratılması karmaşık bir süreçtir. Toplumun örgütlenmesinin doğrudan demokrasi ve ekolojik sürdürülebilirlik temelinde yeniden düzenlenmesi için gerekli görünen pek çok önkoşuldan biri de yabancılaşmanın kırılması ve kentsel alanda komünalist ilişkilerin kurulmasıdır. Günümüzün ana akım kentsel tasarım yöntemi sabit işlevsel bölgelerin çok uzak mesafeler boyunca konumlandırılmasına dayanırken, topluluk duygusunu teşvik edecek ve güçlendirecek bir kent, bunun aksine, hepsi yürüme mesafesinde veya toplu taşıma ile ulaşılabilecek konut, kamu, işyeri, alışveriş, yeşil ve diğer alanların karışımını ortaya çıkaracaktır.

Okullara, kamusal meydanlara, pazarlara ve yeşil alanlara yürüme mesafesinde, bitişik bahçeli, orta ölçekli konut kooperatiflerinden oluşan karma bir mimari, komşular arasında rastgele etkileşim deneyimine olanak sağlayacaktır. Yürüme faktörü, yurttaşların yerel, sosyal ve kentsel çevreleriyle güçlü bağlar geliştirmesiyle kente aidiyet duygusunu inşa edebilir. Ayrıca, yazar Jay Walljasper'in de belirttiği gibi15, herkesin arabaya ihtiyaç duymadan kentte özgürce hareket etme hakkına sahip olmasını mümkün kılmak daha fazla ekonomik eşitliğe katkıda bulunacaktır.

Yürünebilir şehirlere doğru geçiş, bugün çoğunlukla konut bölgelerini ofis alanlarına bağlayan yüksek hız gerektiren anayollar olarak tasarlanan ve yürümek yerine araba kullanmayı teşvik eden caddelerin ve sokakların radikal bir şekilde yeniden düşünülmesi ve yeniden yapılması anlamına gelecektir. Donald Appleyard'ın 1972 tarihli ünlü çalışmasının16 da gösterdiği gibi, bir caddedeki araç trafiği ne kadar yoğunsa, yürüyenler ve günlük ortak deneyimler de o kadar azdır. Bu durum, insan sağlığı üzerindeki bariz etkileri (obezite, kalp hastalıkları vb.) dışında, kentsel alanlarda zaten yüksek olan yabancılaşma düzeyine katkıda bulunmaktadır.

Bu yabancılaştırıcı etkiyi değiştirebilecek, bunun yerine insanları sokaklarda yürümeye teşvik edecek ve potansiyel olarak topluluk hissi yaratacak bir yaklaşım, kentsel alanlarda sokakların daraltılması, yaya alanlarının genişletilmesi, daha geniş bisiklet yollarının açılması vb. olabilir. Kent planlamacısı ve yazar Jeff Speck'in açıkladığı gibi17, insanlar yoldan çıkma korkusu daha az olduğunda daha hızlı araç kullanırlar, bu nedenle daha geniş şeritler daha yüksek hızlara davetiye çıkarır. Bu, ücretsiz kentsel toplu taşımanın çok geniş ağlarıyla birlikte, sokaklarda yayalar ve yoldan geçenler arasında günlük sosyal etkileşimlere olanak sağlayacaktır. Selamlaşma, gülümseme ve yurttaşlarla rastgele sohbet etme gibi günlük sosyal deneyimler, potansiyel olarak sokaklarımızda daha rahat hissetmemize yardımcı olabilir.

Bu daha önce bahsedilen sağlık sorunlarının büyük ölçüde azalmasının yanı sıra, dünya çapında çok sayıda insanın ölümünden sorumlu olan hızlı araç kullanımının azaltılması ve özel araçların hakim olduğu günümüz metropollerindeki hava kirliliğinin azaltılması gibi diğer olumlu etkileri de beraberinde getirecektir.

Yeşil alanlar kentsel çevrenin bir diğer kilit unsurudur. Bob Lalasz'a göre18 yeşil alanlar insanları daha mutlu etme özelliğine sahiptir. Ayrıca, yeşil alanlar insanları birbirine yaklaştırır. Dolayısıyla demokratik ve ekolojik bir kentsel projede doğa, kentsel peyzajın temel bir parçası olmalıdır. Konut kooperatiflerinin bir parçası olan bahçeler, komşuların bahçede vakit geçirme deneyimine olanak tanıyarak onları birbirine bağlayacaktır. Ayrıca, bu bahçelerde kendi gıdalarını üreterek ve diğer kentli bahçecilerle değiş tokuş ederek ya da paylaşarak komünal/dayanışma ekonomisinin gelişmesini de potansiyel olarak teşvik edecektir.

Ancak bunların dışında, parklar ve kamusal bahçeler karma kentsel mimarinin bir parçası haline getirilmelidir. Günümüz metropol kentlerinde büyük ölçekli parkların konut bölgelerinden ve ofis alanlarından uzakta konumlandırılması yönünde bir eğilim vardır ve bu da insanların doğayla etkileşimini nadir bir fırsat haline getirmektedir. Bu mantığın aksine, burada tanımlanan karma kent, kentin çeşitli yerlerine yerleştirilmiş yeşil alanlar önerebilmektedir. Charles Montgomery'nin önerdiği gibi19, bu durum büyük ölçekli parkların varlığını ortadan kaldırmaz, ancak kentsel yeşil alan bunlarla sınırlı kalmamış olacaktır. Bu, insanların, diyelim ki işe vs. giderken küçük bahçeler ve parklarla temas kurma imkanına sahip olacakları ve aynı zamanda büyük yerel parklara girerek “vahşi doğada” olma hissini yaşayacakları anlamına gelecektir.

Demokratik ve ekolojik kültürü teşvik eden kentlerde meydanlar, sosyal etkileşim alanları ve aynı zamanda toplumsal görüşlerin ifade edildiği forumlar olmaları nedeniyle kilit bir rol oynamaktadır. Bu nedenle, kimin, ne zaman ve hangi gerekçeyle etkinlik düzenleyeceğine bürokratların karar verdiği günümüzün aksine, meydanlar toplumsal müdahaleler için serbestçe kullanılabilir hale getirilmelidir.

Yerelden Gelen Bir Stratejiye Doğru

Demokratik ve ekolojik kentler paradigması hiç gelmeyecek bir geleceğe dair ütopik bir tasavvur değildir. Bugünden bu hedefe doğru çabalayan sayısız yerel inisiyatif ve mücadele var. Hatta son yıllarda toplumsal hareketler arasında kent sorununa yönelik artan bir ilgiye tanık oluyoruz. Giderek daha fazla insan kentlerimizin üzerimizdeki etkilerini fark etmeye başlıyor. Kentsel soruna odaklanan farklı hareketler ortaya çıkıyor, bazıları belediye seçimlerine odaklanırken bazıları da kentsel planlamaya odaklanıyor. Ancak görünen o ki çoğu bu meseleye bütüncül bir siyasi yaklaşımla bakmıyor.

Bir yandan, yerel seçimlerin yapılış biçiminde ne kadar büyük olursa olsun değişiklikler yapılması, kentleri yurttaşlarına geri vermeyecektir. Bu ancak, bu metinde yukarıda anlatıldığı gibi, her bir yurttaşın kendi kentinin kaderini belirlemekte doğrudan katılımını sağlayacak yeni müzakere kurumlarının hayata geçirilmesiyle mümkün olabilir. Mevcut yerel yönetimlerin rolü, bu yeni kurumlar tarafından halihazırda alınmış olan kararların uygulanmasına ve gözetimine indirgenmeli ve bu nedenle geri çağrılabilirlik, kurayla seçme, rotasyon gibi yollarla bu kurumlara tabi kılınmalıdır.

Öte yandan, kent sorunlarıyla ilgilenen toplumsal hareketler genellikle faaliyetlerini dar kapsamlı kentsel tasarımlarla sınırlama eğilimindedir ve yerel yönetimlerden önerilerini hayata geçirmelerini beklerler. Bir kent sadece binalardan, yollardan ve meydanlardan değil, aynı zamanda insanlardan ve dolayısıyla sosyal ilişkilerden ve örgütlenme biçimlerinden de oluştuğu için, yaptıkları iş yarım kalmaktadır. Henri Lefebvre'in de önerdiği gibi20: Kent hakkı basit bir ziyaret hakkı ya da geleneksel kentlere dönüş olarak düşünülemez. Bu hak ancak dönüştürülmüş ve yenilenmiş bir kentsel yaşam hakkı olarak formüle edilebilir.

Bu nedenle yaklaşım, kentsel tasarımı özellikle politikayla ve karar alma süreçleriyle ilişkilendirmeye odaklanmalıdır. Yukarıda da gördüğümüz gibi, birinde radikal bir değişim olmadan diğerinde de radikal bir değişimin gerçekleşmesi zor görünüyor. Ancak, kentsel ortamın üzerimizde oynadığı role, sosyal ilişkilerimize ve genel olarak siyasi projelerimize daha fazla insanın dikkat etmeye başlaması çok iyi bir başlangıç gibi görünüyor.

1 Bookchin, M. (1999). Thoughts on Libertarian Municipalism [Çevrimiçi]. Institute for Social Ecology. https://social-ecology.org/wp/1999/08/thoughts-on-libertarian-municipalism/ (Erişim: 04 Ekim 2020).

2 Rousseau, J. J. (1998) The Social Contract. Ware(Toplum Sözleşmesi), Wordsworth Editions. Sf 20

3 Bookchin, M. (1999). Age

4 Age

5 Age

6 Bookchin, M. (1986). Municipalization: Community Ownership of the Economy [Çevrimiçi]. Anarchy Archives. http://dwardmac.pitzer.edu/Anarchist_Archives/bookchin/gp/perspectives2.html (Accessed: 04 Ekim 2020).

7 Flood, A. (1995). Anarchism and the Environmental Movement [Çevrimiçi]. The Struggle Site. http://struggle.ws/talks/envir_anarchism.html (Erişim: 04 Ekim 2020).

8 Hughes, J. D. (1975) ‘Ecology in Ancient Greece’, Inquiry: An Interdisciplinary Journal of Philosophy (18/2). Sf 115 – 125

9 Debo, A. (1984) A History of the Indians of the United States. Norman: University of Oklahoma Press.

10 Bookchin, M. (2014). Radical Agriculture [Çevrimiçi]. Libcom. https://libcom.org/library/radical-agriculture-murray-bookchin (Erişim: 04 Ekim 2020).

11 Jacobs, J. (1992) The Death and Life of Great American Cities. New York: Vintage Books. Sf 447

1Vansintjan, A. (2018). Where’s the “Eco” in Ecomodernism? [Çevrimiçi]. Europe Solidaire Sans Frontieres

https://www.europe-solidaire.org/spip.php?article44271 (Erişim: 04 Ekim 2020).

13 Hutner, H. (2019). Nuclear Power is not the Answer in a Time of Climate Change [Çevrimiçi]. Aeon Magazine. https://aeon.co/ideas/nuclear-power-is-not-the-answer-in-a-time-of-climate-change (Erişim: 04 Ekim 2020).

14Vansintjan, A. (2018). Age

15 Walljasper, A. (2015). A Good Place for Everyone to Walk [Çevrimiçi]. Common Dreams. http://www.commondreams.org/views/2015/10/23/good-place-everyone-walk (Erişim: 04 Ekim 2020).

16 Appleyard, D. and Lintell, M. (1972) ‘The Environmental Quality of Streets: the Resident’s View Point’, Journal of the American Planning Association. sf 84-101

17 Speck, J. (2014). Why 12-Foot Traffic Lanes Are Disastrous for Safety and Must be Replaced Now [Çevrimiçi]. Bloomberg CityLab. http://www.citylab.com/design/2014/10/why-12-foot-traffic-lanes-are-disastrous-for-safety-and-must-be-replaced-now/381117/ (Erişim: 04 Ekim 2020).

18 Lalasz, B. (2015). Go to Your Happy Place: Understanding Why Nature Makes Us Feel Better [Çevrimiçi]. Cool Green Science. http://blog.nature.org/science/2015/05/22/science-nature-emotion-affect-feel-better/ (Erişim: 04 Ekim 2020).

19 Montgomery, C. (2015) Happy City: Transforming our Lives Through Urban Design. London: Penguin Books. Sf 110

20 Lefebvre, H. (1996) Writings on Cities. Oxford: Blackwell. Sf 158

Bu makale Ekolojik Yaşam dergisinin Kent konulu 6. sayısında Ocak 2025'te yayınlanmıştır