-Doğayla Uyumlu Yaşamanın Toplumsal Hali-

“Pek çok yeşil tarafından geliştirilmiş 'Biz ne sağız ne de sol, öncüyüz' sloganı tarihsel olarak naif ve politik olarak ölümcüldür…Ekoloji tek başına, eleştirel toplumsal çerçevenin dışında, tehlikeli bir şekilde belirsizdir.”1

“İnsanlığı doğadan, hayatın bütünlüğünden ayırmanın onun kendi yıkımına ve ulusların yok oluşuna sebep olduğunu anlamış bulunuyoruz. İnsanlık ancak hayatın bütünüyle yeniden eklenmek suretiyle güçlü olabilir. İşte bu, çağımızın biyolojik yükümlülüklerinin temel direğidir. İnsanoğlu tek başına düşüncenin odağı olamaz artık, olsa olsa hayatın bütünüdür düşüncenin odağı… Hayatın bütünlüğü ile bağlantı kurmaya yönelik çabalar, içine doğduğumuz doğanın kendisi ile birlikte………………………… düşüncesinin en derin ve doğru özüdür.”2

Bir an durun ve yukarıdaki alıntıdaki boşluğu doldurun lütfen. Buraya daha sonra yeniden geleceğiz.

 Ekolojistlerin tamamı doğayla uyumlu bir yaşamı savunduğunu dile getirir. Türlerin artan bir şekilde yok olması, küresel ekosistemin dengesini bozan müdahaleler, ormansızlaştırma, yerli halkların ve habitatların yok edilmesi, insanların giderek doğaya yabancılaşmasının eleştirisini yapmayan ekolojist tanıyor musunuz?

Veyahut vegan/vejeteryan olmayı, hayvanseverliği, homeopatik kürleri, kömüre alternatif olarak su, rüzgâr, güneş ve gelgit gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını savunmak; organik tarım uygulamalarını desteklemek, “vahşi-yabanıl” yaşam alanlarını ticari ulaşıma ve sanayii kullanımına sınırlandırmak gibi pek çok doğa koruma talebini dile getirmeyen ekolojist var mı tanıdığınız?

21.yüzyılda böyle bir ekolojist bulma şansınız samanlıkta iğne bulmak kadar zordur. Sıkı durun. Neredeyse yüz yıl önce yukarıda sıraladığım pek çok talebi hatta fazlasını dillendiren, bu uğurda kanunlar çıkaran bir ülke vardı. Hitler liderliğindeki Nasyonel Sosyalist iktidarla idare edilen Almanya. Nazilerin doğayla uyumlu yaşama inançları ve çıkardıkları kanunlar tarihin en karanlık zamanlarını yaratmalarına engel olmadı. Dahası “doğayla uyumlu yaşama” düşünceleri yaptıkları katliamlara ideolojik bir dayanak sağladı. Onları radikalleştirdi.

O zaman kendimize şunu sormalıyız: doğayla uyumlu yaşamak için sadece hayvanları korumak, vegan ya da vejeteryan olmak, hayvanlara ve yabanıl doğaya saygı duymak, ormanları korumak, organik tarımı desteklemek, karbon kaynaklı enerjilere karşı olup yenilenebilir enerji kaynaklarını savunmak yeterli midir? Tarih bize bunun yeterli olmadığını gösterdi.

Ekolojik yaşamın nasıl olması gerektiği sorusu ekolojiye, doğaya, insanın doğadaki yeri ve rolüne, uygarlığa, akla yüklediğimiz anlamlarla ve bu kavramların hangi “bağlam”da ele alındığıyla doğrudan ilişkilidir. Bu sorulara vereceğimiz yanıtlar doğa ile uyumlu yaşamanın nirengi noktalarını oluşturur.

Doğa Algısı ve Ekolojik Yaşam

Doğa algısını dikkate almadan “doğayla uyumlu, ekolojik bir yaşamdan” bahsedemeyeceğimiz açıktır. Sorun şu ki, tek bir doğa algısından bahsetmek mümkün değil. Doğa algısı topluma tutulan bir “ayna” gibidir.3 Toplumsal düzenin en önemli ve kadim “meşrulaştırıcısı”dır doğaya yüklediğimiz anlam. Doğal olan adeta sorgusuz sualsiz hayatımıza hükmetme eğilimindedir. Üstelik doğa algısı çoğu kez toplumsal ilişkilerimizin doğaya yansıtılması ile oluşturulur. Bu yüzden doğa algısı genelde içinde yaşadığımız düzen için bir haklılık şemsiyesi sağlamıştır. Tıpkı Ortaçağ Avrupası’nda yaşamış Aziz Thomas Aquinas’ın geliştirdiği doğa fikrinin, dönemin feodal toplum yapısıyla benzerliği gibi Darwin’in evrim teorisinin bel kemiği olan “doğal seleksiyon” fikrine dayalı güçlü olanın hayatta kalması fikri de, kapitalizmin dayattığı yaşam pratiğiyle ciddi oranda benzeşmektedir. Örneğin Robert Hoyt’a göre Aziz Thomas Aquinas için, “Evreni yaratan temel fikir, içinde bütün yaratıklara özel bir konum ve sıranın tahsis edildiği feodal hiyerarşi içinde, feodal statü kavramıyla aynı türden, her üyenin görevleri ve onlara eşlik eden haklarıyla özel bir sıraya sahip olduğu bir hiyerarşidir.”4 Öte yandan sosyal Darwinizm üzerine çalışmalar yapan tarihçi Gertrude Himmelfarb’a göre Darwin’in doğa nitelemesi sanayi çağı politikacılarına tartışılmaz derecede hizmet etmiştir. “Darwinizm rekabeti, gücü ve şiddeti”, der Himmelfarb, “teamül, ahlak ve dinin üzerine yükseltti. Böylece de, milliyetçilik, emperyalizm, militarizm ve diktatörlük gardırobu kahraman, süpermen ve efendi ırk’ın mezhebi olmaya başladı.”5

Bu bağlamda özellikle derin ekoloji ve mistik ekoloji akımlarının doğaya ve insana bakışına değinmek önem kazanıyor. Zira derin/mistik ekoloji olarak tanımlayabileceğimiz düşünceye göre insansız doğa, el değmemiş, yabanıl doğa olarak kutsanırken, insan bu kutsallığa musallat olmuş bir tür kanserdir. Bir yanda her şeye kadir kutsal doğa varken öte yanda doğanın değişmez kutsal düzenine uyması gereken insan vardır. Bu yaklaşıma göre ekolojik krizden bir tür olarak “insan” sorumlu tutulur. Bu düşünüşün en vahim yanı ekolojik sorunların toplumsal ilişkilerle bağını koparmasıdır. Bu düşünce insan-merkezcilik düşüncesini eleştirirken insanlık karşıtlığına savruluyor.6 Şüphesiz ki, doğal dengenin bozulduğu dönemlerde doğanın adına ilahi değerlere vakıf bir lidere ya da bir zümreye ihtiyaç olacaktır. Böylece doğaya tapınma ile Führer’e tapınma arasındaki çizgi kolayca muğlaklaşır. Nazi döneminin “ekolojik” anlayışı takip edildiğinde bu etki tüm çıplaklığı ve dehşetiyle önümüze serilir.7 Nazilerin doğa algısının temelinde “doğadaki cangılın” ve “doğa kanunu”nun toplumsal kuralların ve düzenin de belirleyicisi olması gerektiği fikrinin yattığını görebiliriz. Bu fikrin özünde ise güçlü olan ırkın ayakta kaldığı ve uygarlığın asıl taşıyıcısının da bu ırk olduğu düşüncesi yatar.

Doğa Algısı ve Ekofaşizm

Ekoloji ile otoriter toplumsal görüşlerin birlikteliği çok eskilere dayanır. Örneğin, ekoloji kelimesini ilk kullanan Ernest Haeckel’e göre “uygarlık ve ulusların yaşamı doğadan ve organik hayattan kaynaklanan aynı kurallarla belirlenir.”8 Haeckel’den bu yana “doğal yasalar” ya da “doğal düzen” fikri tepkisel çevreci düşüncenin uzun zamandan beri dayanak noktasını oluşturmuştur. Bu birlikteliğin hamuru biyolojik olanın toplumsal düzeni de belirlemesi gerektiği fikriyle anti-hümanizm, insan sevmezlik, sanayileşme ve şehirleşme karşıtlığı, aklın toptan reddi ve ırkçılık ile harmanlanmıştır.

Nazilerin Kan ve Toprak öğretisine dayanarak 1923 yılı gibi çok erken bir dönemde yapılan ormanlık alanların korunmasına ait çalışma metnine bir göz atalım:

Her Alman’ın kalbinde mağaraları ve kayalıklarıyla Alman ormanlarına, suyuna ve rüzgârına, efsanelerine ve masallarına, şarkılar ve ezgileriyle evine, vatanına duyduğu güçlü bir özlem vardır; her Alman’ın ruhunda ormanları tüm uçsuz bucaksızlığı, tüm zenginliği ve güzelliği ile yaşar, dalgalanır. Alman olmanın özü, Alman olmanın ruhu ve Alman özgürlüğünün kaynağıdır bu. Bu sebeple, yaşlılar ve gençlerin hatırına Alman ormanlarını koruyun ve yeni kurulan Alman Ormanlarını Koruma Derneği’ne üye olun.”9

Yukarıdaki alıntıda Alman ırkı, Alman ruhu, Alman özüyle Alman ormanlarının, suyunun, dağının birlikteliğinin ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu daha net görebiliyoruz.

Naziler organik tarımın kurumlaştırılmasından, dinamik tarım tekniklerinin uygulanmasına, Reich topraklarındaki doğal çevre ve habitatı koruma altına almaktan vahşi yaşam alanlarını ticari ulaşıma sınırlandırmaya kadar pek çok konuda o zamana kadar tarihin görmediği doğa koruma kanunlarını ve uygulamalarını gündeme getirdiler. Ne tüm bu doğa korumacı ve “ekolojik” yaklaşımlar ne de Hitler ve Himmler’in katı vejeteryanlığı Nazilerin milyonlarca Yahudi’yi ve Alman olmayan insanı katletmesine mani oldu. Aksine bu vahşete ideolojik bir dayanak sağlayarak onu meşrulaştırdı ve radikalleştirdi.

Hitler Kavgam’da insanların sürekli artan ihtiyaçları karşısında kıtlığın kaçınılmaz olduğundan bahsettikten sonra şunları söylemektedir:

Aksine bu topraklar, onlara sahip çıkabilecek ve onları işleyebilecek millete nasip olacaktır. Tabiat siyasal sınırlar kabul etmez. O, yaratıkları dünya üzerine serpiştirir ve onların serbest faaliyetlerini izler. Cesaret ve girişimde en güçlü olan, tabiatın sevgili çocuğu olarak, ‘soylu ve refah içinde yaşamak’ hakkını elde edecektir.”10

Irkçılık insanlık içinde çeşitli milletlerin değerini kabul eder…(ancak) Irkçılık onların eşitliğine asla inanmaz. Irkçılık dünyayı yöneten kutsal iradeye uyarak en iyi ve en kuvvetlinin zaferini kolaylaştırmak, kötü ve zayıf olanların boyun eğmesini sağlamak görevi ile yükümlüdür.

Böylece tabiatın aristokratik ilkelerine saygı gösterir ve canlıların hayat grafiklerindeki son noktaya kadar bu yasanın değerine inanır… Herhangi bir ahlak kendinden daha yüksek bir ahlakı savunan bir ırk için tehlike oluşturuyorsa ırkçılık o ahlakın hayat hakkını kabul etmez.”11

Burada Sosyal Darwinizm düşüncesinin Hitler’in ideolojisini etkilemekle kalmayıp onun “hayat sahasını” genişletme girişimlerine meşruiyet sağladığı görülmektedir.12

Şimdi yazının başına dönebiliriz. Hatırlayın……….boşlukları doldurun demiştim. Dolduralım:

İnsanlığın doğadan, hayatın bütünlüğünden ayırmanın onun kendi yıkımına ve ulusların yok oluşuna sebep olduğunu anlamış bulunuyoruz. İnsanlık ancak hayatın bütünüyle yeniden eklemlenmek suretiyle güçlü olabilir. İşte bu, çağımızın biyolojik yükümlülüklerinin temel direğidir. İnsanoğlu tek başına düşüncenin odağı olamaz artık, olsa olsa hayatın bütünüdür düşüncenin odağı… Hayatın bütünlüğü ile bağlantı kurmaya yönelik çabalar, içine doğduğumuz doğanın kendisi ile birlikte Nasyonel Sosyalist düşüncenin en derin ve doğru özüdür.”

Toplumsal Ekoloji ve Doğa

Toplumsal ekoloji bakış açısından doğa tapılması gereken kutsal bir görüngü değildir. Evrimsel bir gelişim sürecidir. Bu süreç inorganikten organiğe ve nihayetinde toplumsal olana doğru birikerek çoğalan karmaşıklığa ve artan öznelliğe doğru yönelen evrimsel bir süreçtir. Toplumsal ekolojiye göre “birinci doğa” insansız-doğa olarak organik dünyanın birikimsel evrimi olarak tanımlanabilir. İnsanlar tarafından yaratılan tüm değerler ise “ikinci doğa” olarak kavramsallaştırılır.13 Yani insani ve toplumsal olan her şey “ikinci doğa” içine alınır. İkinci doğa birinci doğanın bağrından çıkmakla beraber aynı zamanda ondan nitel olarak da farklılaşmıştır. Birinci doğa ikinci doğayla ya da toplumun evrimiyle hem süreklilik hem de süreksizlik içinde var olur. Böylelikle toplumsal ekolojiye göre toplum ile insansız doğa birbirinin karşısında konumlandırılmaz. Aksine birinci ve ikinci doğanın her ikisi son derece yaratıcı ve paylaşılan bir evrim içinde ele alınır. Buna karşılık çevreciler birinci doğayı ikinci doğa içinde eritme eğilimindeyken derin ve mistik ekolojistler “biyomerkezci” kavramlarıyla genellikle insanlığın sorunlarını ve ikinci doğayı küçümserler. Birinci doğayı “vahşi doğa” olarak yüceltme-eğilimi gösterirler.


Toplumsal ekolojiye göre evrim sürecinin karmaşıklığa, çeşitliliğe ve öznelliğe doğru birikimsel gelişim süreci aynı zamanda o ekosistemi oluşturan türlerin kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri ve değişimleri açısından etkin bir rol oynamalarının zeminini de oluşturur. Bookchin’in “katılımcı evrim” adını verdiği bu evrimsel görüşe göre, başlangıç halinde bile olsa canlı evriminde seçme vardır. Daha doğrusu türün yapısal, fizyolojik ve her şeyin ötesinde nörolojik açıdan karmaşıklığı artarken seçme de artar.14 Bookchin’in “katılımcı evrim” düşüncesi genel evrim düşüncesi ile uyuşmazlık içindedir. Doğanın bir “zorunluluk alanı” olarak kabul edildiği evrim düşüncesinden farklı olarak burada başlangıç halinde bile olsa doğada sürekli genişleyen bir “özgürlük kaynağı”ndan bahsetmek mümkün hale gelir. Ancak toplumsal ekolojiye göre vurgulanması gereken önemli nokta, doğal evrimde var olan bu “özgürlük kaynağı”nın zorunlu olarak kendiliğinden gerçekleşmeyeceğidir. Özgürlük kaynağı doğada potansiyel olarak vardır. İnsanların iradeleri ve seçimleri ancak bu özgürlük potansiyelini açığa çıkarabilecektir. Bu bağlamda insanlığın iradi seçimiyle henüz tamamlanmamış doğal ve toplumsal evrimin yönünü değiştirebilme gücünün ne kadar hayati olduğu ortaya çıkar.

Bu bağlamda toplumsal ekolojinin diyalektik doğalcılığı ile sosyal-Darwinist ve deterministik sosyo-biyolojik düşünceler ciddi olarak birbirinden ayrılır. Bookchin’in katılımcı evrim düşüncesi mücadeleden çok yardımlaşmaya, rekabetten ve bağımsızlıktan çok karşılıklı bağımlılığa ve aktif katılıma dayanır.15

Toplumsal ekolojiye göre toplum ile doğa iç içedir. Doğal evrim toplumsallaşma sürecinin içinde var olmaya devam eder. Ancak bu toplumsallaşma süreci kesintisiz değildir. Başka bir deyişle kaba bir determinist sosyo-biyolojiden farklı olarak toplumsal ekoloji, “doğa yasaları”nın değişmezliğine bağlı olarak doğal görüngülerin doğrudan toplumsal ilişkilere yansıtılması gerektiği fikrini reddeder.16

Toplumsal Ekoloji Perspektifinden Ekolojik Yaşam

Toplumsal ekoloji insanı doğal evrimin içine gömer. “Yaratıcı ve özgürleştirici” potansiyellerini göz ardı etmez. İnsanla doğanın birbirlerini kısıtlayarak değil uyum içinde birbirlerini zenginleştirerek çoğalabileceğine inanır. İnsanı doğanın vicdanı olarak kabul eder. Toplumsal ekoloji insanın doğaya hükmetmesi ve onu sömürmesi gerektiği şeklindeki varsayımın insanın insana hükmetmesi ve onu sömürmesinden kaynaklandığını kabul eder. Bu yüzden her türlü tahakküm ilişkisinin yok edilmesiyle insanın doğa üzerindeki bu yıkıcı tahakkümünün sona ereceğini savunur.

Derin ekolojistler ve mistik ekolojistler gibi ekolojik krizin sorumlusu olarak bizatihi teknolojiyi, aklı, aşırı nüfusu ya da tür olarak “insanı” sorumlu tutmaz.17 Toplumsal ekolojik perspektiften ekolojik krizin kaynağı toplumsal ilişkilerimizdir. Hiyerarşiyi ve her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisini yok etmeden gerçek anlamıyla demokratik, özgürlükçü ekolojik bir topluma ulaşamayacağımızı savunur.

Toplumsal ekoloji açısından bağlam gerçek anlamıyla hayatidir. O yüzden toplumsal ekoloji bizatihi bilimi, teknolojiyi ve aklı reddetmez. İnsanlığın bu kazanımlarının ne amaçla, nasıl ve hangi etik değerler temelinde kullanılması gerektiği sorusunu sorar. Tabii ki çevreyi tahrip edici teknolojiler vardır. Ancak teknolojinin aynı zamanda insanın doğa ile uyum içerisinde hem doğayı zenginleştirebileceğini hem de yaşamayı kolaylaştırabileceğini unutmamalıyız.18

Öte yandan doğal evrimin ürünü olan insan’ı dışarıda bırakan hiçbir yaklaşımın tam anlamıyla ekolojik olduğu iddia edilemez. İnsan doğanın bir parçasıdır. O yüzden özgürlüğü ve kurtuluşu insanın doğadan özgürleşmesinde değil, doğayla birlikte özgürleşmesinde aramamız gerekiyor. Ancak bu şekilde insanın potansiyellerine ket vurmadan doğayı da özgürleştirebilecek yollar ve yöntemler bulma şansımızı yeniden inşa edebiliriz.

O yüzden toplumsal ekolojik perspektiften ekolojik yaşamın temelinde insanın doğayla birlikte özgürleşmesi yatar. Burada vurgulanması gereken toplumsal ekolojinin bireysel kurtuluşa inanmadığıdır. Toplumsal ekoloji açısından doğayla uyumlu yaşamak toplumsal ve politik bir mücadeleyi gerektirir. O yüzden ekolojik bir toplum inşa edilmesi sürecinde toplumsal ilişkiler ve politik kurumlar ön plana çıkar.

Bu bağlamda ekolojik bir yaşamın iki temel nirengi noktası olduğunu ileri sürebiliriz. Birincisi toplumsal ilişkilerimizin her türlü hiyerarşik ilişkiden, sömürüden ve tahakkümden arındırılması, ikincisi ise doğal evrimin yeniden kendini zenginleştirecek potansiyelinin desteklenmesi. Bu iki nirengi noktası birbirini öncelemediği gibi birbirini destekleyecek şekilde bir arada eş zamanlı geliştirilmelidir.

Toplumsal ilişkilerimizi ve doğaya yaptığımız her müdahaleyi bu iki nirengi noktasını da karşılayıp karşılamadığı üzerinden değerlendirebiliriz. Ayrıca toplumsal ekoloji düşüncesinin temelinde doğrudan demokrasinin yattığını söyleyebiliriz. O yüzden ekolojik bir yaşamdan bahsederken aynı zamanda doğrudan demokrasi ilkeleri üstünde yükselen birbirini destekleyen ve besleyen dört özellikten bahsetmek mümkündür: Özerklik, esneklik, insani ölçek ve çeşitlilik içinde birlik. Bu özellikler birbirlerini desteklemekle birlikte birbirlerinin ayrılmaz bir şekilde tamamlayıcısıdır.

Özerklik19; burada özerklik kavramını her insanın temel psikolojik ihtiyacını tanımlamak için kullanıyorum. Toplumdan ayrı bireysel siyasi özerklik kavramından farklı olarak aktif yurttaş olmanın psikolojik zemini olarak ele alıyorum. Özerklik bir bireyin en temel ihtiyaçlarından biridir; kendi hayatına müdahil olma, kendi fikrini ve düşüncelerini rahatça ifade edebilme anlamına gelir. Temel psikolojik ihtiyaç olarak özerklik kavramını siyasi özerklikten ayırmak gerekir. Siyasi özerklikte bireylerin toplumdan bağımsız olması vurgulanırken psikolojik ihtiyaç olarak özerklikte ise insanların karşılıklı bağımlılığından bahsedilir. Sonuçta insanın en temel psikolojik ihtiyaçlarından biri diğer insanlarla ilişkide olmak, kendini bir topluluğa ait hissetmek ve kabul edilmektir. O yüzden özerklik karşılıklı bağımsızlıktan ziyade karşılıklı bağımlılığı gerektirir.

Bir kişinin kendi hayatına müdahil olmayı hissetmesi yani psikolojik olarak özerklik ihtiyacının karşılanması toplumdan bağımsız hareket ettiğinde değil  toplumsal ilişkileri içinde anlamlı olacaktır. Bu şekilde özerkliği karşılıklı bağımlılık temelinde tanımladığımızda kendi hayatına müdahil olabilen aktif yurttaşın psikolojik zemininden bahsedebiliriz.

O yüzden birbirimizle ve doğayla kuracağımız ilişkide oluşturacağımız kurum ve yapıların, kullanacağımız teknik ve uygulamaların insanların özerklik ihtiyacını karşılayacak şekilde tasarlanması önemlidir. Böylece yurttaşların aktif olarak hayatlarına müdahale edebilmelerinin psikolojik zeminini destekleyebiliriz. 

Toplumsal ekolojiye göre her insan kendi hayatına müdahil olabilecek potansiyele sahiptir.  Toplumsal ve siyasi yeterliliktedir.  Bunu gerçekleştirebilmesi için uygun ortamlara ihtiyacı vardır.  O yüzden toplumsal ekoloji insanların aktif yurttaşlar olarak kendi hayatıyla ilgili her türlü kararda söz sahibi olabileceği toplumsal ve politik kültürün ve kurumsal mekanizmaların yaratılmasını talep eder. Doğrudan demokrasi düşüncesinin olmazsa olmaz taleplerinden biridir bu.

İnsani ölçek; bu terimi sadece büyüklük açısından kullanmıyorum. Sıradan insanlar tarafından sade ve kolay kavranabilir olma ve kontrol edilebilme özelliğini vurgulamak için kullanıyorum. İnsani ölçekte düzenlenecek yapılar insanın yaşamının her alanına müdahil olabilme talebinin psişik ve teknik temellerini destekleyecektir.

Esneklik; alınacak her türlü kararın ekolojik ve toplumsal ihtiyaçlara göre değiştirilebileceğini belirtir.

Çeşitlilik içinde birlik ise doğa ile uyumlu, kültürel çeşitliliği ve biyoçeşitliliği artıran, doğal evrimi zenginleştiren olanaklar sunmayı vurgular.

Örneğin son dönemde yeniden gündemde olan nükleer enerji meselesine bir bakalım. Nükleer enerji reaktörlerinin her hangi bir kaza olmasa dahi, çevresindeki onlarca kilometrelik bir alana radyoaktivite yaydığı, etrafındaki toprağı kuma çevirdiği, organik yaşamı yok ettiği ve yöredeki insanlarda kanserlere ve sakat-anomalili bebeklerin dünyaya gelmesine neden olduğu, tam anlamıyla "yaşamı katlettiği" gözle görülür bir gerçektir. Öte yandan kurulmasından işletilmesine ve idare edilmesine kadar enerji üretiminin her aşamasında devasa merkezi yapıları gerektirdiği ve merkezileşmeyi gerekli kıldığı gerçeğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ayrıca “büyü ya da öl” yasasıyla işleyen kapitalist sistemin bir yan ürünü olduğunu, savaş tehdidiyle gerek kendi yurttaşları gerekse diğer toplumları sindirmek için kullanılabilen bir araç olarak hiyerarşik yapıları ve tahakküm ilişkilerini meşrulaştıran ve destekleyen boyutunu da es geçmemek önemli.

O yüzden, ekolojik yaşam perspektifinden nükleer enerji santrallerine karşı çıkarken sistemin endüstriyel, askeri, bürokratik-teknokratik temellerini güçlendirerek, halklar üzerindeki tahakkümü arttıracağı gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor.20

Peki toplumsal ekoloji perspektifinden yenilenebilir enerji meselesine nasıl bakılabilir? Yukarıda açıklamaya çalıştığım ilkeler üzerinden yenilenebilir enerji ile ekolojik yaşam ilişkini ele almaya çalışalım. Tabi ki ekolojik yaşam söz konusu olduğunda mevzu bahis yenilenebilir enerjidir. Buna şüphe yok. O zaman şunu sormak zorundayız:

Köklerindeki toplumsal, politik ve ekolojik temellerine vurgu yapmadan, nasıl olursa olsun "yeni ve yenilenebilir enerjilerin" kullanılmasını talep etmek ne kadar anlamlıdır?21

Geleceğin teknolojisi, yenilenebilir enerji kaynakları açısından olduğu kadar, insanın birbiriyle ve doğa ile uyumunu besleyecek ve geliştirebilecek niteliklere sahip olmalıdır. Devasa büyüklükteki güneş panellerinin, rüzgâr türbinlerinin tahakküm ilişkilerini besleyecek teknokratik ve bürokratik yapılara neden olacağı gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Ayrıca, bu tür tesisler sıradan yurttaşlar tarafından denetlenebilir ya da yönetebilir olmaktan uzaktır.

Ayrıca yenilenebilir enerji kaynaklarının çeşitliliği ve birbirleriyle etkileşime geçebilmesi de önemlidir. Doğanın birer parçası olarak doğal evrime dahil olan, birbirlerini tamamlayan enerji kaynaklarını kullanmak önemli. O yüzden “verimliliği" değil "uyumu" ve "tamamlayıcılığı" hedef alan yapılar oluşturmalıyız. Nükleer enerjiye karşı sadece güneşi, rüzgârı ya da metanı enerji kaynağı olarak kullanırsak, özde sadece uranyum yerine güneşi ya da rüzgârı ikame etmiş oluruz. Bunun yerine güneşi, rüzgârı, metanı, suyu doğal çevrime uygun bir şekilde kullandığımızda o bölgedeki ekolojik dengeyi koruyup biyoçeşitliliği destekleyebiliriz. Çeşitliliği yok sayan bir teknoloji ve enerji tercihi toplumsal ekoloji perspektifinden “ekolojik” olmayacaktır.

Toplumsal ekoloji perspektifinden ekolojik yaşam özgürlükçü ve ekolojik bir toplum inşa edilerek oluşturulabilir. Bu insanların aktif yurttaşlar olarak yaşamlarının her düzeyine doğrudan müdahale edebilecekleri ve yaşamları üzerinde doğrudan söz sahibi olabilecekleri kurumsal yapıları kurmayı gerektirir. Bunun yanı sıra bu kurumsal yapıları destekleyecek ve geliştirebilecek insani ölçekte düzenlenmiş eko-teknolojilere dayalı enerji kaynaklarını oluşturmayı da. İnsanların kavrayabileceği, kontrol edebileceği nitelikte yapıları kurmak ve bunları kullanmak insanın özgüvenini geliştirmekle kalmayacak, aynı zamanda özgürlükçü ve ekolojik bir toplumun psişik ve etik temellerini de besleyecektir.

21.yüzyılda, bugün demokratik özgürlükçü bir ekolojik toplum ihtiyacı etik ve politik bir tercih olmanın ötesinde hayat memat meselesidir. Her halükarda yapacağımız seçim, kuracağımız toplumu ve geleceğimizi belirleyecektir.

1 Peter Staudenmaier, “Faşist Ekoloji: Nazi Partisi’nin “Yeşil Kanadı” ve Faşist Ekolojinin Tarihsel Kökenleri”, çev., Ahmet A.Aşıcı, Sezgin Ata, İskenderiye Yazıları, Sayı:24, Ocak-Şubat 2000, 27.

2 Ernst Lehmann’den aktaran Peter Staudenmaier, age, 17.

3 ‘Ayna’ benzetmesini Jeremy Rifkin’e borçluyum. Bkz. Jeremy Rifkin, Biyoteknoloji Yüzyılı, çev., Celal Kapkın, İstanbul: Evrim Yayınları, 1998, 222-252.

4 Robert Hoyt’dan aktaran, Jeremy Rifkin, age, s. 226

5 Gertrude Himmelfarb’dan aktaran Jeremy Rifkin, age, s. 232

6 Şadi İdem, “Neden ‘Sol-Ekolojik’ Bir Düşünceye İhtiyacımız Var?”, Birikim, Sayı:216, Nisan 2007, 13-20.

7 Peter Staudenmaier, age

8 Peter Staudenmaier, age

9 Peter Staudenmaier, age

10 Adolf Hitler, Kavgam, çev., Mine Toker, İstanbul: Toker Yayınları, 2003, 17. Baskı, 139.

 

11 Adolf Hitler, age, s 394.

12 Hakan Olgun, “Nazi Ekolojisi”, Yeşil ve Siyaset- Siyasal Ekoloji Üzerine Yazılar içinde, ed.,Orçun İmga ve Hakan Olgun, Ankara: Liberte Yayınları, 2.Baskı 2017, 271-293.

13 Murray Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Diyalektik Doğalcılık Üzerine Denemeler, çev., Rahmi Öğdil, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 1996, S 11.

14 Murray Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, Diyalektik Doğalcılık Üzerine Denemeler, age, 89-114.

 

15 Dario Padovan, “Toplumsal Moral İlkeleri ve Doğa’nın Etiği-Peter Kropotkin’den Murray Bookchin’e”, çev.: Nihat Bekler, Özgür Üniversite Forumu, Temmuz-Eylül 2002, sayı 19, s: 122-141.

 

16 Şadi İdem, “Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm”, Yeşil ve Siyaset- Siyasal Ekoloji Üzerine Yazılar içinde, ed.,Orçun İmga ve Hakan Olgun, Ankara: Liberte Yayınları, 2.Baskı 2017, 187-218. https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/31-komunalizm/64-toplumsal-ekoloji-ve-komunalizm (Son Erişim: 20 Kasım 2022)

17 Peter Zegers , “Politik Ekolojinin Karanlık Yüzü”, çev.: Nihat Bekler, Toplumsal Ekoloji, Kasım 2003, sayı 3, s: 69-80. http://www.ekoloji.org/dergi/sayi3/07Ekolojinin_karanlikyuzu.pdf (Son Erişim: 20 Kasım 2022)

18 Reha Alpay, “Toplumsal Ekoloji Açısından Teknoloji”, Ekolojik Yaşam Dergisi, Sayı 1

19 Özerklik, Deci ve Ryan’ın geliştirdiği kendini belirleme kuramına göre (Self-determination theory) insanın üç temel psikolojik ihtiyacından biridir. Bkz. Richard M. Ryan and Edward L. Deci, Self-Determinaton Theory: Basic Psychological Needs in Motivation, Development, and Wellness. New York: The Guillford Press, 2017.

20 Şadi İdem, “Hayır! Nükleer Enerji Bir Alternatif Değildir!”, EBTO Bülten, 2000.

https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/22-teknoloji-ozgur-yazilim/119-hayir-nukleer-enerji (Son Erişim: 20 Kasım 2022)

21 Şadi İdem, “Hayır! Nükleer Enerji Bir Alternatif Değildir!”

 

Bu yazı Ekolojik Yaşam dergisinin Toplumsal Ekoloji temalı birinci sayısında Ocak 2023'te yayınlanmıştır

Foto: Gaia Dergi 2015