Herkes yaşamında öncelikle en temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelir. Bunlar yiyecek, barınma gibi maddi ihtiyaçlar olduğu gibi, güvenlik, bir topluluğun parçası olma, yaptıklarının onaylanması, saygı görme, sevme ve sevilme gibi ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlarını belirli bir düzeyde tatmin eden kişi, içindeki potansiyelleri yaşama geçirmek için kendisine hedefler koyar. Aslında bu hedefler de temel ihtiyaçların daha ileri boyutta tatmin edilmesine yöneliktir. Bir meslek edinme, bir sanat alanında yüksek bir başarıya ulaşmak ya da bilim adamı olmak gibi. Bir anlamda bu hedeflere ulaşarak kendimizi gerçekleştirmeye çalışırız. Sahip olduğumuz potansiyelleri eyleme geçirmek ve sonucunu görmek isteriz. Doğaldır ki konulan hedeflere ulaştıkça kendimizi daha fazla keşfeder ve daha ileri hedefler koyarız.

 

Doğası gereği insanın kendisine sürekli daha ileri hedefler koyması, ister istemez konulan hedeflerin etik boyutunu gündeme getirmiştir. Tarih boyunca kimi insanlar daha fazla güç ele geçirmeyi kendilerine hedef olarak koyarken, kimisi ise tüm insanlığa yararı olan teknik buluşları ya da sanatsal yaratıcılığı hedeflemiştir. Daha fazla gücü hedefleyen kimi krallar diğer kavimleri yok etmeyi görev olarak benimsemişlerdir. Hatta Hitler gibi kimi liderler kendi ırklarını arındırmak için Yahudileri tümüyle yok etmeye çalışmışlardır. Burada bir kavim, ulus ya da ırk için iyi gibi görünenle evrensel düzeyde insanlığın iyiliği çatışma içine girmiştir. Evrensel etik değerler istisnasız tüm bireylerin temel ihtiyaçlarını karşılamada ve kendisini gerçekleştirmekte diğerleri tarafından engellenmemesini, baskı altına alınmamasını güvence altına almayı amaçlar. Ayrıca bunun ötesinde bu doğrultuda diğer insanlara yardımcı olmak, ve onların kendilerini gerçekleştirebilecekleri bir ortamı yaratmaya çalışmak evrensel etiğin gereğidir. Bu da öncelikle insan haklarına saygıyı gerektirir ve karşılıklı yardımlaşma ile olanaklıdır.

 

Evrensel etik ile belirli bir toplumsal grubun refahını amaçlayan etik değerlerin çatışması daha alt düzeylerde de ortaya çıkabilmektedir. Sözgelimi herkes seçmek zorunda kalınca öncelikle aile bireylerine yardımcı olur. Komşumuz bizden bir yardım istediğinde o sırada eşimizin de bizden beklediği bir iş varsa, eşimize öncelik verir komşumuzdan özür dileyip zaman ayıramayacağımızı söyleriz. Ancak bu türde bir çatışma aile içi değerlendirmelerle sürekli olarak dengelenir ve aile demokratik bir yapıdaysa toplum içinde etik değerleri yaşatan bir unsur olarak yer alabilir. Kendi içinde dar bir seçkin tabaka tarafından yönetilen ulusların ise bunu yapma şansları yoktur. Çünkü ulus devleti denetleyen bu seçkin tabaka halkı manipüle edip kendi çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlar. Onların çıkarları ile toplumsal dayanışma ve karşılıklı yardım ilkelerinin uzlaşması olanaklı değildir. Üstelik ulus-devletler belirli bir halkı diğerleri aleyhine güçlendirmeye çalışırlar. Bu yüzden Avustralya’da gördüğümüz gibi, savaştan kaçan insanlara kucak açmak yerine onları yıllarca demir parmaklıkların ardında tutarlar ya da yerli halkların kültürünü ortadan kaldırmaya çalışırlar.

 

Tarihsel olarak geriye dönüp baktığımızda, 16. yüzyıldan itibaren ulus-devletlerin oluşmasına kadar, ahlaki değerlere kaynaklık eden dinlerin genelde evrensel değerler yaratmaya çalıştıklarını görürüz. Her ne kadar bu dönemde de devletler baskıcı olsa ve zaman zaman kimi kesimler bu baskılardan daha fazla pay alsa da savunulan değerler ayrımcı değildi. Sözgelimi en eski dinlerden Budizm Hindistan'da ortaya çıkmış, Tibet'e Çin'e ve Güneydoğu Asya'ya dil ya da ulus ayrımı gözetmeden yayılmıştır.

 

Günümüzde ise evrensel etik değerlerin geliştirilmesi önünde iki engel çok etkili olmaktadır: Birincisi kapitalizmle birlikte gelişen ulus devletlerin bu değerlerle çelişen çıkarları. İkincisi ise yine kapitalizmin yarattığı parayı ve karı en önemli değer olarak kabul eden kaba materyalist anlayış. Bunları aşmanın yolu ise aile içinde olduğu gibi yüz yüze konuşma ve tartışma yoluyla etik değerleri gelişterecek ve yaşama geçirecek yerel topluluklar temelinde örgütlenmek olacaktır. Bu topluluklar mahalle ya da köy bazında örgütlenmeli ve kendi içinde demokratik bir yapı oluşturarak etik temellere dayanan eşitlikçi bir toplumu amaçlamalıdırlar. Yoksa giderek etik değerlerin tümüyle unutulduğu bir topluma doğru gidişi engellemek mümkün olmayacak.

 

Sydney, 20 Temmuz 2004

* Bu yazı Avustralya'da haftalık Dünya gazetesi için yazılmış ve orada yayınlanmıştır