Giriş

AKP’li yıllar boyunca çevre politikasını değerlendirdiğimizde tüm resmi belgelerde ve yetkililerin söylemlerinde “sürdürülebilir kalkınma” lafzının hatırı sayılır bir ağırlığı olduğu görülmektedir. Dahası “sürdürülebilir kalkınma” söyleminin sadece retorikte kalmadığını AKP hükümetleri dönemindeki on yıllık bir süreçte uygulana-gelen neo-liberal politikalar ile çevre politikalarının bir nevi tamamlayıcısı olarak ön plana çıktığını söyleyebiliriz.

Bu konuda AKP hükümetleri çok tutarlı davranmışlardır. Neoliberalizm nasıl sorgulanamaz bir amentü olarak kabul edilmişse, bu amentünün gereği olarak sürdürülebilir kalkınma söylemi de bu temel politikayı ve ideolojiyi destekleyen en önemli kaldıraç olarak görev yapmıştır. Birçok çevreci grubun, AKP’nin çevre politikalarını yeteri kadar sürdürülebilir kalkınmayı dikkate almadığı konusunda eleştirmelerine karşın, bizce AKP hükümeti kadar Türkiye’de bu kavramı hakkıyla uygulayan başka bir hükümet daha gelmemiştir.

O yüzden AKP’nin çevre politikasını ele almadan önce çevre politikasının temelini oluşturduğunu ileri sürdüğüm “sürdürülebilir kalkınma” söylemini kısaca ele alacağım. Yazının ikinci kısmında, AKP hükümetlerinin uyguladığı neoliberal politikaların kaldıracı ve meşrulaştırıcı kavramı olarak kullandığı “sürdürülebilir kalkınma” söylemi bağlamında AKP hükümetinin çevre politikasının ve sonuçlarının izini sürmeye çalışacağım. Son bölümde ise kendilerini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan AKP’nin çevre/ekoloji mücadeleleriyle olan imtihanından bahsetmeye çalışacağım.

“Sürdürülebilir kalkınma”ya genel bir bakış

Sürdürülebilir kalkınma kavramı kapitalist sistemin en son ve en kapsamlı krizini- ekolojik krizi aşmak için geliştirdiği ismi yeni, özü kadim bir söylemdir aslında. Bu kadim hikâyenin yeni çevreci-yeşil yüzüyle piyasaya sürülmesi kimseyi aldatmasın. Zira o kadim ve ölümcül özün çevreye yaydığı o kesif kokuyu, hiçbir yeşil örtünün saklaması ve hapsetmesi mümkün görünmüyor. O kesif ölümcül koku tıpkı diğer tüm kokular gibi ortalığa yayılmaya mahkûmdur. Bu kısa bölümde bu hikâyenin ana hatlarını ele almaya çalışacağım.

Sürdürülebilir kalkınmanın geçmişte izini sürdüğümüzde 200 yıllık bir ilerleme miti ve kapitalizmin başat rol oynadığı toplumsal ve iktisadi ilişkiler yumağıyla karşılaşırız. Sanayi devriminin ve kapitalizmin başat iktisadi yapı olmaya başlamasıyla ilk olarak İngiltere ve Avrupa’da başlayan kalkınmanın, sosyal inşası politik bir plana bağlı kalmıştır. Bu politik inşanın temelinde ekonomik alanı toplumsal ve kültürel özelliklerden azade ve özerk, her türlü sorgulamanın ötesinde, kendinden menkul bir alan olarak kabul eden iktisadi ideoloji yatmaktadır. Önce doğduğu topraklarda –İngiltere’de ve Avrupa’da şekillenen bu zalim ve baskıcı değişim, hızla dünyanın geri kalanına yayıldı. Ve daha çok o dönemlerde sömürgecilik ile eş anlamlı olarak kabul edildi[1].Ardından yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, İngilizler, sömürge himayeciliğinin felsefesine olumlu bir anlam yüklemek için sömürge bölgelerindeki yerlilere asgari seviyelerde gıda, sağlık ve eğitim sağlama gerekliliğini savunmaya başladılar. Ardından İngiltere hükümeti 1939 yılında ‘Kolonilerin Kalkındırılması Yasa’sını, ‘Kolonilerin Kalkındırılması ve Refahı Yasa’sı olarak değiştirdi[2].Artık bir ülke fethettiği bölgeyi ekonomik olarak kalkındırabilmeli ve aynı zamanda yerlilerin refahını gözetme sorumluluğunu da kabul etmeliydi. Üretim seviyesiyle birlikte uygarlık seviyesinin de belirlenmesinden sonra, çift taraflı manda tek bir şeye, kalkınmaya indirgendi[3]. Böylelikle “kalkınma” sadece ekonomik olarak ilerlemenin değil aynı zamanda “uygarlaşma” nın da bir gereği olarak ön plana çıkmaya başladı.

II.Dünya Savaşı sonrasında sömürgeciliğin ayağa düştüğü yıllar oldu. Kapitalizm artık yeni bir biçime ihtiyaç gösteriyordu. Oluşan bu yeni dünyada ABD, yeni dünya üzerindeki hegemonyasını yeni bir kavramı kullanarak, yeni bir çağı müjdeleyerek açmak istiyordu. Tarih 20 Ocak 1949 u gösterdiğinde ABD’nin yeni başkanı Truman bu yeni çağı, “kalkınma çağı” olarak şu sözlerle ilan ediyordu: “Azgelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi yeni, cesur bir program ile bu bölgelere sunmamız gerekiyor. Eski emperyalizmin, başka ülkelerden kâr elde etmesi gibi bir anlayışın bizim programımızda yeri yoktur. Bizim tasarladığımız demokratik ve namuslu alış veriş yapma ilkesini temel alan bir kalınma programıdır.”[4]

Esteva’ya göre o tarihten bu yana kalkınma azgelişmişlik ya da geri-kalmışlık denen onursuz durumdan kurtulmak anlamına geliyordu[5]. Bu çıkışla Truman kalkınma üzerindeki tüm negatif ve olumsuz algıların ortadan kaldırılması için bir zemin hazırlamış oldu. Daha önce kalkınmanın anlamı ve algısı daha çok sömürgecilikle şekillenmişken, Truman bu tanımlamasıyla kalkınmaya daha “insancıl-demokratik ve adil” bir peçe giydirmiş oldu. Böylece Truman’ın deyimiyle “eski emperyalizmin” söylemi yerini “yeni düzenin”(siz bunu yeni emperyalizm diye okuyun) “demokratik ve adil kalkınma” kavramına bırakmış oldu. Ve kalkınmaya adeta kutsal bir anlam yüklendi. Kalkınma daha iyi yaşamanın, daha özgür olmanın ve daha insan olmanın gereği olarak öne sürülüyordu. Kalkınma neredeyse her konuda “ilerleme”nin olmazsa olmazıydı artık.

Yoksulluğu, eşitsizliği yok ederek, özgürlük ve demokrasi vadeden kalkınmanın ilk on yılı, 1960-1970’li yıllar değerlendirildiğinde vaa(z)d edilenin aksine, ekonomik büyümenin sosyal alanlara yansımadığı ve sosyal adaletsizlik ve eşitsizliğin giderek arttığı, gelir adaletsizliğinin ve yoksulluğun daha da derinleştiği gözlendi. Bu veriler ekonomik kalkınmaya olan inancı derinden sarstı. Daha fazla kalkınmanın ve ekonomik büyümenin sosyal ve ekonomik eşitsizliğin ana şifası olduğu miti sorgulanmaya başlandı. Birleşmiş Milletler dahi raporlarında; “Kalkınmanın, arkasında geniş yoksul alanlar, durağanlık, marjinallik, sosyal ve ekonomik gelişmeden dışlanmışlık bıraktığını veya bir şekilde bunları ürettiği gerçeğini, görmezden gelinemeyecek kadar açık ve acil olarak ele alınması gereken bir konu” olduğunu vurguluyor ve bu gidişata işaret ediyordu[6].

Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi ilk olarak 1962 yılında kalkınmanın her iki yanını ekonomik ve sosyal yanlarını birleştirmeyi önerdi. 1960lı yıllardan sonra kalkınma kavramı artık bir sıfat olmaksızın kullanılmadı: endojen kalkınma, başka bir kalkınma, içe dönük kalkınma, gerçek kalkınma, bütünleşmiş kalkınma vb[7].

1976’ya geldiğimizde artık resmi kaynaklar kalkınmanın açlığı ve sefaleti ortadan kaldırmadığını, tersine eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve dünya nüfusunun yaklaşık beşte ikisinin mutlak yoksulluk seviyesini kötüleştireceğini açık olarak kabul etti[8].

Öte yandan 1970’li yıllara geldiğimizde kalkınma ideolojisinin ardından yol alan kapitalist ve reel sosyalist ülkelerin önünde yeni bir kriz daha görünür olmaya ve kendini ciddi olarak hissettirmeye başlıyordu: Ekolojik kriz. 1972 yılında Stockholm’de toplanan BM İnsani Çevre Konferansında ilk olarak çevre sorunları uluslararası gündeme oturuyordu. Bu konferansta asit yağmurları, Baltık’taki kirlilik, balık ve kuşlardaki pestisit ve ağır metal seviyesinin artışı hakkında uyarılar yapıldı. Ardından aynı yıllarda Roma Kulübü’nün yayınladığı “Büyümenin Sınırları” raporu[9], sınırsız ihtiyaçlar ile kısıtlı kaynaklar arasındaki uyumsuzluğun sonuçlarından bahsediyordu. Büyümenin Sınırları raporu temel olarak, hâlihazırda süregiden nüfus artış oranının, sanayileşmenin, kirlenme ve gıda üretimindeki ve kaynakların tüketimindeki artışın devam etmesi halinde kalkınma ve büyümenin sınırlarına önümüzdeki yüzyılda dayanılacağını tespit ediyordu. Rapor bu kalkınma/büyüme eğiliminin sürdürülebilir olmadığının altını çiziyordu. Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak dünyada yaşanan petrol kriziyle birlikte, hükümetler ve çok uluslu şirketler,sürekli bir büyümenin sadece sermaye birikimine ya da nitelikli iş gücüne değil, aynı zamanda doğal kaynakların uzun dönemli kullanılabilirliğine de bağlı olduğunun farkına vardılar[10].

Artık kalkınmanın üstündeki örtü yeteri kadar koruyucu değildi. Kalkınmayı daha iyi “prezente” edecek, onu dış ortamdaki kötü hava koşullarından daha iyi koruyacak, aynı zamanda gözleri kamaştıracak “pastoral-doğal renkler” ile dokunmuş yeni bir elbiseye ihtiyaç vardı. Çevre ile kalkınmayı “barıştıracak” bu kavram,“sürdürülebilir kalkınma”dan başkası olmayacaktı.

Sürdürülebilir kalkınma ile Neoliberalizm kardeşliği

1982 yılında patlak veren uluslararası borç krizinden sonra Meksika’nın borçları ile ilgili yükümlülüklerini artık yerine getiremeyeceğini ilan etmesinin ardından, dünyada pek çok ülke benzer şekilde dış borçlarını ödeyemeyecek duruma düştü. Dünya borç krizini aşma yolu olarak kapitalist dünyanın baronları ve IMF bu ülkelere bu vebadan kurtulmaları için acı reçeteleri dayattılar. Bu acı reçetelerin özü ise serbest piyasa yönelimli, kâr odaklı, serbest ticaretin önündeki her türlü engelin ortadan kaldırılacağı, özelleştirmelerin kontrolsüz ve sınırsız olarak tavsiye edildiği, emek ve ücret karşıtı iktisadi politikalara dayanıyordu. Dünyanın dört bir yanında piyasaya sürülen yeni dünya düzeninin adı değişik adlarla anılsa da öz de söz edilen tek bir sistem vardı: Neoliberalizm[11].

Meksika’nın iflasını açıklamasından bir yıl sonra, 1983 yılında Brundland Komisyonu oluşturuldu. Brundland Komisyonu’nun 1987 yılında yayınladıkları “Ortak Geleceğimiz” raporu sürdürülebilir kalkınmaya, kalkınma yöneticilerinin dünyasında daha fazla kabul görmesini sağladı[12]. Ortak Geleceğimiz adlı raporu kaleme alanlar dünyanın karşılaştığı çevre zorluklarının yeni olmadığını, ancak bunların ne kadar girift ve karmaşık olduğunu yeni anlamaya başladıklarını ifade ettikten sonra “daha önceleri esas kaygılarımız, kalkınmanın çevreye etkileri üzerinde toplanıyordu. Bugün ise, çevre bozulmasının ekonomik kalkınmayı kösteklemesinden, hatta geriye çevirmesinden de aynı oranda kaygı duymak zorundayız. Çeşitli alanlarda çevre bozulmasının kalkınma potansiyelini erozyona uğrattığını görüyoruz.”[13]diye ekliyorlardı.

Sürdürülebilir kalkınma kavramı, çevre politikalarıyla kalkınma stratejilerinin bütünleştirilmesi için bir çerçeve sunmak amacıyla ortaya atıldı. Sürdürülebilir kalkınmanın amacı raporda, “bugünün ihtiyaçlarını ve beklentilerini geleceğin ihtiyaç ve beklentilerinden ödün vermeksizin karşılamanın yollarını aramaktadır. Ekonomik büyümeyi durdurmakla ilgisi olmadığı bir yana, gelişmekte olan ülkelerin geniş rol oynayıp büyük yararlar sağladığı yeni bir büyüme çağına girilmedikçe yoksulluk ve az gelişmişlik sorunlarının asla çözülemeyeceğinin bilincindedir.”[14] şeklinde tanımlanmaktadır.

Rapor insanlığın kalkınmayı sürdürülebilir kılacak gücü olduğunu, kaynakların bugünkü ihtiyaçlara yetmesini sağlarken gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme imkânını ellerinden almamanın mümkün olduğunu[15], vurguladıktan sonra “ekonomik büyüme çevreye zarar riskini her zaman yanında getirir, çünkü çevre kaynakları üzerinde artan bir basınç yükler. Ama sürdürülebilir kalınma kavramını rehber alan politika yapımcıları, büyüyen ekonomilerin kendi ekolojik kökenlerine sıkıca bağlı kalmasını, böylelikle büyümenin uzun süre devam etmesine olanak tanımasını güvence altına alacaklardır[16]demektedir. (vurgular bana ait Şİ)

Böylece “sürdürülebilir kalkınma” kavramını icat eden rapor olarak tarihe geçen Ortak Geleceğimizi okuduğumuzda, alenen sürdürülebilir kalkınma kavramındaki asıl vurgunun ve amacın, doğanın ya da yaşamın sürdürülebilirliği değil “kalkınmanın” ve ekonomik büyümenin sürdürülmesi olduğunu görüyoruz.

1992 yılında toplanan BM Rio Çevre ve Kalkınma Konferansında ise sürdürülebilir kalkınma Neoliberalizmin taşıyıcı ve meşrulaştırıcı kavramı olarak tarihteki yerini daha da pekiştirecekti. Artık sürdürülebilir kalkınma ile neoliberalizm bir birini tamamlayan ikiz kardeşler olarak, kapitalizmin 21.yüzyılda alacağı biçimi el birliğiyle oluşturabilirlerdi. Bir kez daha kapitalizm biçim değiştiriyordu; bu kez de geçişte olduğu gibi her türlü eşitsizliğin ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının yegâne çözümü olarak kalkınmayı ve büyümeyi çare göstererek. Bir farkla bu kez sadece kendi kuşağımızı değil “gelecek kuşakları” ve “doğa” yı da kurtarma vaadiyle. Marx’ın dediği gibi kapitalizm kendi krizlerinden beslendiğini bir kez daha gözler önüne seriyordu. Bu kez üstelik büyük ölçüde kendisinin yaratmış olduğu ekolojik krizi kullanarak, yeşile boyanmış bir şekilde.

Rio+20 Zirvesinde ise “sürdürülebilir kalkınma” ile geçen 20 yılın muhasebesinin hiç de iç açıcı olmadığı gördük. Ve bir kez daha sürdürülebilir kalkınma ile Neoliberalizm kardeşliğinin farklılıklarımızla zenginleştirdiğimiz doğamızı ve toplumlarımızı yok etmeye istekli ve azimli olduklarına tanık olduk. Sürdürülebilir Kalkınma hiç eleştirilmeden ve sorgulanamadan sadece “başarılı olunamadığı” bahis konusu edilip, yeni bir kavramın piyasaya sürüldüğüne tanık olduk. Çok uluslu- ulus ötesi şirketler ve Devlet elitleri sürdürülebilir kalkınma örtüsünün doğayı ve insanlığı çürüttüğü gerçeğini yeteri kadar gözlerden ve vicdanlardan gizleyemediğini düşünmüş olmalılar ki, bu kez“yeşil ekonomi” “ yeşil şirketler” ve “yeşil business” gibi kavramlarla daha koyu bir yeşil örtü ile kapitalizmi yeşile boyayarak bu kesif çürümüşlüğü ve yok oluşu gizlemeye çalıştılar. AKP’nin o ünlü sloganını bu kez kapitalizm elitlerinden ve çok uluslu şirketlerden duyduk: “Durmak yok yola devam…”[17]

Tekrara düşme pahasına şunu ifade etmeliyim ki; kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin motor gücü olan kalkınma ideolojisinin yarattığı bu ölümcül özün çevreye yaydığı o kesif kokuyu, hiçbir yeşil örtünün saklaması ve hapsetmesi mümkün görünmüyor; zira bu kesif ölümcül koku tıpkı diğer tüm kokular gibi ortalığa yayılmaya mahkûmdur.

Adalet ve Kalkınma Partisi ve Sürdürülebilir kalkınma

Dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’deki çevre politikalarında da sürdürülebilir kalkınmanın etkisini görmek mümkün[18]. Özellikle 6. Kalkınma planından itibaren çevre politikaları düzenlenirken düzenleyici ilke olarak sürdürülebilir kalkınmadan bahsedildiğini görüyoruz[19]. Ancak özellikle AKP hükümeti döneminde hazırlanan (Kemal Derviş’in hazırladığı, Erdoğan hükümetlerinin uyguladığı) 2001-2005 yıllarını kapsayan 8.Kalkınma Planında sürdürülebilir kalkınma politikasının çok ön plana çıkarıldığını biliyoruz. 8.Kalkınma Planı “rekabetçi bir ekonomik yapının geliştirilmesi yoluyla sürdürülebilir kalkınmayı” gerçekleştirmeyi ikinci hedef olarak belirlemiş; hedeflere ulaşmak için ise “kamu açıklarının azaltılmasına ve özelleştirmenin hızlandırılmasına, rekabetçi bir ortamın geliştirilmesine, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının artırılmasına, altyapı hizmetlerinin yeterli düzeyde sağlanmasına ve enerji talebinin güvenilir, sürekli şekilde ve düşük maliyetlerle karşılanmasına öncelik verileceği” belirtilmiştir[20].

Aynı şekilde Erdoğan’ın başbakanlığındaki 59.hükümet programında da 8.Kalkınma Planı’yla uyumlu olarak AKP’nin temel politikalarının neoliberalizm tarafından şekillendirildiğini, bu bağlamda çevre politikalarının da “sürdürülebilir kalkınma” ilkesiyle şekillendirildiğini görüyoruz. Örneğin 59. Hükümet programında;

“Çevrenin sermaye stoku olarak ele alınması gereken hava, ısı, su, mineral ve diğerleri tüm ekonomik birimlerin faaliyetlerinin yapı ve kalitesini doğrudan etkilemektedir. Bu konuda duyarlılık artırılacak ve söz konusu stokta değişim yaratan çevresel yapıda kötüye gidiş, gürültü, kirlenme ve değişim maliyetlerini belirlemek amacıyla sosyal refah ağırlıklı yaklaşım geliştirilecektir.

Enerji kaynaklarının tümünden en etkin ve verimli bir şekilde yararlanılacaktır. Enerji dar boğazının oluşmaması için maliyet ve fiyatlamayı da dikkate alan bir planlama yapılacak, çevreci nükleer enerji kaynakları da devreye sokulacaktır.

Hükümetimizin enerji politikasının temelinde ulusal çıkarlarımızı koruyarak enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, serbest rekabete dayalı bir enerji piyasası oluşturmak ve duyarlı olduğumuz çevreyi ve insan sağlığını korumak bulunmaktadır.

Yer altı kaynaklarımızın zenginliği ülkemize mukayeseli bir üstünlük sağlamaktadır. Hükümetimiz zengin yer altı kaynaklarımızın ülke gelişmesine arzu edilen bir düzeyde katkıda bulunması için ulusal çıkarlarımızı öne çıkararak etkin bir madencilik programını süratle uygulamaya koymak isteğindedir. “ denmektedir[21].

Benzer şekilde 2. AKP hükümeti dönemi olarak değerlendirebileceğimiz 60.hükümet programı eylem planı faaliyetlerinde ise çevreye ayrı bir yer ayrılmamış, “rekabet gücünün artırılması” başlığı altında çevre mevzuna yer verilmiştir[22].

60.hükümet programındaki 145 faaliyetin bakanlıklara dağılımı incelendiğinde en çok faaliyet yürüten üç bakanlığın sırasıyla 16 faaliyetten sorumlu Milli Eğitim Bakanlığı’nın ardından 13 ‘er faaliyetten sorumlu bakanlıkların ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı olduğunu görüyoruz. 60.hükümet programı eylem planında “rekabet gücünün artırılması” başlığı altında “küresel sermayenin özellikle mal ve hizmet üretimine yönelik yatırımlara yönelmesi için gerekli ortamın oluşturulmasını” hedef olarak belirlediğini ve bu amaçla bürokratik işlemlerin ve süreçlerin kolaylaştırılması ve kamu kesiminden izin alma süreçlerinin kısaltılması ön görülmüştür. Bu konu üzerinde ÇED düzenlemesinde daha detaylı duracağız.

Gerek 8. ve 9. Kalkınma planlarında gerekse hükümet programlarında sık sık “Orta ve uzun dönemde çevre sorunlarının çözümü için uygulanacak politikalar ve geliştirilecek stratejilerin, ülke gerçekleri de dikkate alınarak, Avrupa Birliği normları ve uluslararası standartlara paralel olması sağlanacaktır.”ifadesi göze çarpmaktadır[23]. (italikler bana ait Şİ).Burada vurgulamak istediğimiz “ülke gerçeklerini dikkate almak” ibaresi, gerek AB mevzuatları gerekse uluslararası taraf olunan tüm çevre antlaşmalarında Türkiye’nin kendi sorumluluklarını yerine getirmesi konusunda kendini geri planda tutmasının kılıfı olagelmiştir. Bu durum Türkiye’nin iklim değişikliği konusundan tutunda imza koyduğu pek çok anlaşmada verdiği sözleri tutmada ayak diretmesinin zeminini oluşturmuştur[24].

AKP’nin genel politikalarını yansıtan kalkınma planları, parti programı, seçim beyannamesi, hükümet programı gibi belgelere bakıldığında, çevrenin ve doğal varlıkların yalnızca ekonomik kalkınmayı ve büyümeyi sağlayan, bu uğurda korunması ve yönetilmesi gereken bir kaynak deposu olarak algılandığı görülecektir.

Şimdi AKP hükümetlerinin uyguladığı çevre politikalarına ve doğurduğu sonuçlara daha yakından bakabiliriz.

AKP’nin Doğası:

Ormanlar ve Orman arazileri

AKP iktidarının çevre yönetiminin dönüştürülmesine ilişkin ilk adımı 2003 yılının başında Çevre ve Orman Bakanlıklarını tek çatı altında toplamak oldu. Bu icraat, çevre sorunlarını bütünleşik bir yaklaşımla ele alma gereğinden kaynaklanmamış, kamu yönetimini liberal ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırma kaygısıyla ve uluslararası finans örgütlerinin “devleti küçültün” çağrılarına bir yanıt olmak üzere gerçekleştirilmiştir[25].

Bu birleştirme işleminin ardından “orman” sayılan arazileri ilgilendiren pek çok yasal düzenleme ve yönetmeliklerle ormanlar ve meralar serbest piyasaya açılmak amacıyla özelleştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin AKP 2003 yılında “ormanların korunması ve geliştirilmesi” ve “orman köylüsünün korunması” başlığı altında sırasıyla anayasanın 169 ve 170. maddelerinde değişiklik yapmayı denemiştir. 169.madde “devlet ormanları kanuna göre devletçe yönetilir ve işletilir” maddesine “işlettirir” ibaresini ekleyerek 1937’den beri yürürlükte olan devlet orman işletmeciliği düzenini “özelleştirmeye” kalkışmıştır. 170.maddedeki değişiklik ile “orman niteliğini 31.12.1981 tarihinden önce yitirmiş” gerekçesiyle artık orman sayılmayan arazilerin, buraları ormansızlaştıranlara devredilmesi, tahsis edilebilmesi, terk edilebilmesi, kiraya verilebilmesi, üzerine ayni hak tesis edilebilmesi ve satılabilmesi hedeflenmiştir. Ancak bu girişimlere karşı oluşan tepkiler sonucu AKP hükümeti 169. maddeyi daha sonra tümüyle geri çekmiş, 170.maddede yapmak istediği değişikliği ise yerlerin satılması boyutuna indirgemiştir. Meclisten bu haliyle geçen maddeler Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir[26].

Ardından 5 Kasım 2003 yılında çıkarılan 4999 sayılı yasayla 6831 sayılı Orman Kanununda kapsamlı değişiklikler yapılmış; bu değişiklik ile kızılağaçlıklı ve aşılı kestaneliklerin “orman ağacı” sayılmaması ve buradaki ağaçların kesilmesi ve çeşitli yollarla değerlendirilmesine yönelik iş ve işlemlerin köy muhtarlıkları tarafından yapılabilmesinin önü açılmıştır[27]. Dönemin Çevre ve Orman Bakanı dahi bu düzenlemenin Karadeniz bölgesindeki bir özel sanayi işletmesinin hammadde odun ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıldığını söylemiştir. Ancak bu değişikliğin kızılağaçlar ve kestanelikler ile ilgili yaptırımları 2004 yılında anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmiştir[28].

Aynı kanuna koyulan bir ek madde ile 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu uyarınca milli park, tabiatı koruma alanı, tabiat anıtı ve tabiat parkı olarak ayrılmış yerler ile bu yerler üzerindeki yapı ve tesislerin yirmi dokuz yıllığına kiralanmasına izin verilmiştir.

Bir yıl sonra 2004 yılında çıkarılan 5192 sayılı yasayla Orman Kanununun başta 17.maddesi olmak üzere pek çok maddesinde yeniden değişiklik yapıldı[29]. Ve bir geçici madde ile “devlet ormanı” sayılan alanlarda 49 yıllığına ormancılık dışı uygulamaların yolu açıldı. Bu kapsamda; 16. maddede yapılan değişiklik ile “orman” sayılan yerlerde yapılacak madencilik etkinlikleri büyük ölçüde kolaylaştırıldı. Ayrıca aynı yasa kapsamında daha önce 2002 yılında bazı yaptırımları iptal edilmiş olan 17.madde yeniden düzenlenmiş ve “savunma, ulaşım, enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğalgaz, altyapı ve katı atık bertaraf tesislerinin; sanatoryum, baraj ve gölet ve mezarlıkların; Devlete ait sağlık, eğitim ve spor tesislerinin ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın Devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasına kamu yararı ve zaruret olması halinde, gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde...” izin verilebilmesinin yolu açılmış, böylece orman arazilerinin ormancılık dışı amaçlarla kullanılma olanakları arttırılmıştır.

Çevre ve Orman Bakanlığı 2004 yılında Devlet Orman fidanlıklarının kapatılması, arazilerin kiralanması ve/veya satılmasına yönelik olarak kararlar almıştır. Bu kararla İstanbul, Ankara ve Konya'da üçer; Antalya, Kastamonu ve Bursa'da ikişer olmak üzere toplam 39 orman fidanlığı kapatılmış ve arazilerin özel sektöre satılması ya da kiralanması öngörülmüştür. Fidanlıkların kapatılmasıyla ilgili yazıda; ormanlarımızın bir kısmının bozuk olduğu, orman arazilerinin büyük bir kısmının erozyona maruz kaldığı ve ağaçlandırmanın ve fidan üretimine ihtiyaç duyulduğu belirtildikten sonra, “Değişen dünya konjonktürüne paralel olarak ülkemizde de kamu kurumlarının hacim olarak küçülmesi, hantal yapıdan kurtularak daha etkin hale getirilmesi, fidan üretiminde özel sektörün teşvik edilerek ülkemizin fidan ihraç eden ülkeler arasına katılması amaçlanmaktadır... Bu çerçevede...Bakanlığımız kuruluşları ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yapacağı ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarında ihtiyaç duyulabilecek fidan miktarları dikkate alınarak; fidan üretimine ihtiyaç duyulmayan, teknik ve ekonomik olarak fidan üretilmesi uygun olmayan, şehir merkezlerinde olup öncelikli olarak ağaçlandırma amaçlı fidan üretimine katkı sağlamayan fidanlıkların kapatılması, bu şekilde açığa çıkan kamu arazilerinin fidan üreticisi özel sektöre kiraya verilmesi veya satılması suretiyle değerlendirilmesinin daha ekonomik olacağı düşünülmektedir.” denmektedir[30](vurgular bana ait Şİ). 2007 yılında “Milli Ağaçlandırma Seferberliği Eylem Planı”nı hazırlayan AKP hükümetinin bu uygulanması da idari yargıda iptal edilmiştir.

AKP hükümeti aynı zihniyetle orman alanlarının “daha ekonomik olacağını” düşündükleri ormancılık dışı faaliyete açılması yönündeki çabalarını bu kez 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu üzerinden gerçekleştirmeye çalışmış; ancak bu yöndeki yasa değişiklikleri 2006 ve 2007 yıllarında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Ancak sürdürülebilir kalkınmaya ve neoliberalizme olan inanç ve azimleri takdire şayan olan AKP hükümeti,15 Mayıs 2008 tarihinde 5761 sayılı “Turizmi Teşvik Kanunu'nda Değişiklik Yapılamasına Dair Kanunu” yürürlüğe koymuş; bu düzenlemeyle “devlet ormanı” sayılan alanların turizm tesisi yaptırımlarına ve etkinliklerine tahsis edilmesine yönelik iş ve işlemlerin hem kapsamı genişletilmiş hem de uygulanması büyük oranda kolaylaştırılmıştır[31].

Yukarıda da kolayca görülebileceği gibi AKP hükümeti koruduğunu söylediği şeyi istinasız bir şekilde piyasaya açmayı hedeflemiş ve bu yönde ne gerekiyorsa yerine getirmeye çalışmıştır. Ormanları piyasaya sürmeyi amaç edindiğini ileri sürebileceğimiz AKP hükümetinin toprağı, suyu, dağları ve nehirleriyle doğayı kaynak deposu olarak kabul ettiğini, piyasa mekanizmaları içine iktisadi bir girdi olarak sokmaya çalıştığını görüyoruz. İktidara gelir gelmez AKP hükümetinin çevreyi korumakla sorumlu olan bir bakanlığı “Çevre ve Orman Bakanlığı” olarak değiştirmesinin sadece basit bir düzenleme olmadığını söyleyebiliriz. Zira “Koruma” altına aldıklarını “yok etmeye” çabaladığını üstelik bu kıyımı genellikle bağlamına uygun olarak Dünya Çevre Günü’nde resmileştirmeye çalıştığını görüyoruz.

AKP iktidarının başka bir “koruma” hikâyesi de Temmuz 2005 yılında yasalaşan “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu…”ile ilgili olanıdır[32]. Bu kanunla 11 Ekim 2004 tarihinden önce, gerekli izinler alınmadan tarım dışı amaçla kullanıma açılan arazilerin, “tarımsal bütünlüğü bozmaması” halinde, “istenilen amaç” ile kullanımına izin verilmiştir. Yasaya göre sözü edilen tarım dışı kullanılan tarım arazilerinin her metrekaresi için 5 YTL ödenmesi şartı ile af getirilmiştir. Bu yasayla AKP yeni bir “koruma” hamlesiyle tarım arazilerini,1998 yılından itibaren Bursa’nın birinci derece tarım arazilerini işgal eden Cargill firmasının mısır işletme tesislerinin “korumasına” vermiştir. Üstelik daha önceleri pek çok kez mahkeme yoluyla söz konusu işletmeye yapı ruhsatı verme kararı iptal edildiği halde.

Madencilik Kanunu ve İlgili yönetmeliklerdeki değişiklikler:

AKP hükümeti yine bu geleneğini bozmayıp 2004 yılının 5 Haziran günü yani Dünya Çevre Günü’nde, bir kez daha çevrenin ve doğanın katledilmesine olanak sağlayan bir kanun ile tarihe geçti. Adı geçen kanun 5177 Sayılı Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik yapılmasına İlişkin Kanundur[33]. Bu kanun değişikliğiyle madenciliğin önündeki her türlü mevzuat ve yasal engeli ortadan kaldırmak amaçlanıyordu. Bu gaye ile çıkarılan yasayla “orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma alanları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, tarım arazileri, meralar, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları ve sahil şeritleri, karasular, turizm bölge ve merkezleri ile kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri, askeri yasak bölgeler ve imar alanları ile mücavir alanlar” madencilik faaliyetlerine açıldı. Maden arama faaliyetleri Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) kapsamı dışında bırakıldı. ÇED yapılmadan verilen arama izinleri ile toplam rezervin %10’unun işletilmesine ve satışına izin verilebileceği, rezerv iktidarının belirlenmesinde, madenci şirketin beyanının esas alınacağı kabul edildi. Altın Madencilerinden “ruhsat sahibi tarafından beyan edilen” ocak başı satış fiyatı tutarının yalnızca %2’sinin devlet hakkı olarak alınacağı düzenlendi. Büyükşehirlerin su havzalarının korunmasına ilişkin yönetmelik çıkarma yetkileri Çevre ve Orman Bakanlığı’nın uygun görüşüne bağlandı. Maden İşleri Genel Müdürü, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun doğal üyeleri arasına katıldı. Ardından Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından “Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği” değiştirilerek; su havzalarının mutlak koruma alanları 300 metreden 100 metreye düşürüldü, böylece orta mesafe koruma alanlarından itibaren su havzaları da madenciliğe açıldı. Ardından Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından Maden Yasası Uygulama Yönetmeliği değiştirildi. Tarım ve Köy-İşleri Bakanlığı tarafından çıkarılan “Tarım Arazilerinin Korunması ve Kullanılmasına Dair Yönetmelik” ile sulu ve kuru tarım arazilerinde madencilik faaliyetleri yapılmasına olanak tanındı.

Görüldüğü gibi ‘koruma’ ibaresini içeren her düzenlemeyle AKP hükümeti korumayla mükellef olduğu alanları daha kolay ve daha kapsamlı bir biçimde piyasaya açarak tahrip edilmesine olanak sağlamıştır. Yanı sıra 5178 sayılı Mera Kanunu 2004 yılında çıkarılmış; ilgili yasada yapılan değişiklikle bundan böyle, mera olarak kullanılan, yaylak ve kışlak alanlar gerektiğinde, maden ve petrol faaliyetleri, turizm yatırımları ve yerleşim yerleri için kullanıma açılmıştır[34].

21 Nisan 2007 yılında Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle madenciliğin önü büyük ölçüde açılmakla kalmamış, çevre koruma şartları yok sayılıp, denetim yapmakta görevli yerlerin denetim yetkileri de kısıtlanmıştır. Örneğin; Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’ne göre kısa mesafeli koruma alanında madencilik faaliyetleri yasaklanmasına karşın, bu yönetmelikle maden ruhsatı alındıktan sonra kısa mesafeli koruma alanı ilan edilmesi halinde madencilik faaliyetine izin verilebileceği düzenlenmiştir. Yanı sıra ÇED kapsamına giren madencilik faaliyetleri için yetkili idareler tarafından işyeri açma ve çalışma ruhsatı verirken başka bir belge ve bilgi aranmadan ÇED raporunda yer alan belgelere göre işlem yapılacağı düzenlenmiştir. İşyeri açma ve ruhsatının verilmesinden sonra maden işletmesinin toplum ve çevre sağlığı açısından uygun çalışmadığının saptanması halinde faaliyet ancak Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nün gerekli görmesi halinde durdurulabilecektir. Bununla da yetinilmemiş, imar planı bulunmayan alanlarda yürütülen ya da yürütülecek madencilik faaliyetleri ile bu faaliyetlere bağlı geçici tesisler ve müştemilatı için “imar planı yapılmayacağı”, imarsız alanlarda ise madencilik faaliyetleri ile bu faaliyetlere bağlı geçici tesisler ve müştemilatı için “inşaat ve yapı kullanma izni alınmayacağı” kuralları getirilmiştir.

Ayrıca, aynı yönetmelikte yapılan bir düzenlemeyle “çevre düzeni planı ve imar planlarına, işletme ruhsat alanları ve ilgili tesisler madencilik faaliyet alanı olarak plan notuna işleneceği, planda gözükmüyorsa maden ruhsatı sahibinin başvurusunun bir ay içinde cevaplandırılacağı” belirtiliyor. Böylece Çevre Düzeni Planı ve İmar Planlarında konut alanı, tarımsal alan gibi madencilik faaliyeti için uygun olmayan alanlar, yönetmelik hükmü ile madencilik faaliyet alanına dönüştürülmeye çalışılmıştır[35].

2009 yılının Ocak ayında Anayasa mahkemesi tarafından 5491 sayılı Maden Kanununun petrol, jeotermal ve maden arama faaliyetlerinin çevresel etki değerlendirmesi kapsamı dışına çıkarılması hükmü, ardından 5177 sayılı Kanunun orman ve diğer korunan alanlarda verilen izinler ile ilgili düzenlemeleri iptal edildi. Ancak iptal kararının gerekçenin yayınlanmasından bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar verildi. Ardından 2009 yılının Şubat ayında Danıştay’ca Maden Faaliyetleri İzin Yönetmeliği ile ilgili iptal kararları verildi. Ancak AKP hükümetinin Bakanlar Kurulu bu karardan 6 ay sonra Ağustos 2009 yılında Danıştay'ın iptal kararının çevresinden dolanmak suretiyle Faaliyet İzin Yönetmeliğine “geçici” olarak adlandırılan bir hülle madde koydu. Bunun üzerine açılan davada ise “yapılan değişikliğin yargı kararlarını bertaraf etmeye yönelik” olduğu gerekçesiyle tekrar yürütmeyi durdurma kararı verildi[36].

Bu arada yasanın 2004 yılında kabulünden iptaline kadar geçen 5 yıllık sürede verilen yaklaşık 48 bin maden arama ruhsatının geçerli olup olmayacağı tartışmaları ayyuka çıktı. Zira bu kısa dönemde Kaz Dağları’ndan, Uşak Eşme'ye, İzmir Efemçukuru’ ndan Niğde Ulukışla'ya Türkiye'nin pek çok yerinde toprağın bağrına kara kazmalar vurulmuştu bile.

Madencilik lobisinin, uluslar-üstü şirketlerin ve AKP iktidarının işbirliği ile maden kanununda yeni bir değişiklik yapılması uzun sürmedi. 09 Haziran 2010 yılında yapılan Meclis oturumunda bu kez 5995 sayılı Maden Kanunu kabul edildi[37]. Bu kanunun 7. maddesinin yeniden düzenlenen 4.fıkrası ile imar planı yapılan yerlerde mevcut maden sahaları için ilgili mercilerden izin alma hükmü kaldırıldı. Belediyelerden kendi sınırlarında yürütülecek madencilik faaliyetleri için ruhsat verme yetkisi belediyelerden alınıp İl Özel İdarelerince verilmesi kabul edildi. Ayrıca madencilik faaliyetleriyle aynı bölgedeki diğer yatırımların birbirlerini engellemesi ile madencilik faaliyetleri yapılamaz hale gelmesi durumunda Genel Müdürlük ve/veya Başbakanlık Müsteşarı başkanlığında toplanacak Kurulun, söz konusu yatırım zararının karşılanmasının yasal dayanağı oluşturuldu[38].

Maden Kanununun yeniden ve yeniden yargı kararlarını etkisiz kılacak şekilde yeniden düzenlenip gündeme getirilmesinin ve en sonunda doğaya ve topluma yönelik uygulanan yıkımın nihayete erdirilmesinin ardındaki “iştahı” nasıl açıklamak gerekir? Bizce bu toplumsal-ekolojik tahrip edici iştahın temelinde sermaye birikimi ve kâr hırsıya beslenen kapitalizmden başkası yok. Zira bu iştah kapitalizmin doğasında var. Marx’ın da söylediği gibi; Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.

Çevre Kanunu’nda yapılan değişiklikler

AKP hükümeti 2006 yılında Çevre kanununda kapsamlı değişiklikler yapmıştır. Yapılan değişiklikler çerçevesinde Çevre Kanunu’nun amacı “bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamak” olarak tanımlamıştır[39].

Kanunda yapılan değişiklik ile “Çevrenin korunmasına, iyileştirilmesine ve kirliliğin önlenmesine ilişkin genel ilkeler’ i düzenleyen Madde – 3/j ile 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu kapsamındaki konular, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yetkisi dışına çıkarılmış, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na verilmiştir. 2690 sayılı yasa ise, “…Nükleer güç ve araştırma reaktörleri ve yakıt çevrimi tesislerinin yer seçimi, inşaat, işletme ve çevre güvenliğiyle ilgili her türlü onay, izin ve lisansı vermek; gerekli inceleme ve denetimi yapmak,.. Nükleer tesislerden ve radyoizotop laboratuarlarından çıkan radyoaktif artıkların güvenli şekilde işlenmesi, taşınması, geçici veya sürekli depolanması için gereken önlemleri alınması veya aldırılması…” olarak sayılan faaliyetlerin tamamını düzenlemektedir[40]. Bu düzenlemeyle Nükleer Santraller, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yetkisinden çıkarılmış oluyordu. Böylelikle daha sonra çıkarılacak olan Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun’a giden yolun parkeleri Çevre Kanunu’ndaki bu değişiklik ile döşeniyordu[41].

Ayrıca Çevre Kanunu’nun 10.maddesi ile petrol, jeotermal ve maden arama faaliyetleri çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) kapsamı dışında tutuldu. Bunun yanı sıra çevre kanununa eklenen 3 geçici madde ile çevreyi kirletmeye af getirilmiş ve hatta çevreye karşı işlenen suç olarak tanımlanan eylemler teşvik edilmiştir. Örneğin; yasanın geçici 3/1. Maddesi ile ÇED Yönetmeliği’ne aykırı faaliyetlerde bulunanlardan yani “yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerden yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde ilgili yönetmelikler çerçevesinde gerekli yükümlülüklerini yerine getirdiklerini gösterir çevresel durum değerlendirme raporunu Bakanlığa sunmaları, bakanlık tarafından da altı aylık süre içinde karar verilmesi” ön görülmüştür. Böylece ÇED yönetmeliğine uymayan faaliyetlere bir tür af getirilmiş, hatta bir yıla kadar bu faaliyetler denetim dışı bırakılmıştır.

Bir diğer örnek geçici madde 2 için de söylenebilir. Bu maddeye göre faal durumda olan işletmelerde yasa ve bu yasaya dayanılarak çıkarılan yönetmeliklerle getirilen yükümlülükler, yasa ve yönetmeliklerin yayımlandığı tarihten sonra en az bir yıl süre içinde uygulanmayacaktır.

Ekolojik dengeyi bozmanın ve çevreyi kirletmenin alenen ve yasa ile hoş görüldüğü hatta teşvik edildiği bir diğer madde geçici 4. Maddedir. Bu madde ile atık su arıtma ve evsel nitelikli katı atık bertaraf tesisini kurmamış belediyeler ile faaliyette olup atık su tesisini kurmamış organize sanayi bölgeleri ve diğer sanayi kuruluşları ile yerleşim birimlerine arıtma tesislerini kurmaları için 11 (on bir) yıla kadar süre tanınmıştır[42].

Çevre Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğindeki Değişiklikler

AKP hükümetlerinin neoliberal politikaları, küresel ekonomiye eklemlenme ve ekonomik büyümeyi sağlamaya odaklandığından, “yatırımları hızlandırma, yabancı sermayeyi çekme, piyasayı canlandırma” amacının önündeki tüm engeller teker teker bertaraf edilmeye çalışılmış; bu bağlamda doğal varlıkları bir an önce ekonominin işleyişine sokma düşüncesiyle, çevre etki değerlendirmesi(ÇED) sistemine müteakip kereler değişiklik yapılmıştır. İlk olarak daha önce yaklaşık 117 gün süren ÇED sürecinin 35 güne düşürülmüş; 2003 yılındaki yönetmelik değişikliği ile "ÇED ön araştırması"na bağlı tutulan projeler için rapor hazırlama yükümlülüğüne son verilmiş; bu kapsamdaki faaliyetler için yalnızca "proje tanıtım dosyası"nın hazırlanması yeterli görülmüş, bunlar için öngörülen “halkın bilgilendirilmesi toplantısı” da kaldırılmıştır[43].

Yabancı sermaye girişini engelleyen “bürokratik engelleri” aşmak üzere Kemal Derviş döneminde, 2002 yılında yasalaşan “Endüstri Bölgeleri Kanunu”nda2004 yılında bir dizi değişiklik yapılmıştır. Bu değişikliğe göre, Bakanlığın, ÇED raporu ile ilgili inceleme, değerlendirme ve karar verme süresi "en geç 2 ay" olarak belirlenmiş, ayrıca ÇED için "olumlu" veya "gerekli değildir" kararı alınan etkinlikler için başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın 15 gün içinde gereken bütün izin ve onayların verilmesi, bütün bu işlemlerin de üç ay içinde tamamlanması öngörülmüştür.

Ardından Nisan 2011 tarihinde ÇED Yönetmeliğinin geçici 3.Maddesinde değişiklik yapılarak “07.02.1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmî Gazete‘de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce onaylanan projelere” muafiyet getirilerek birçok HES ÇED kapsamı dışına çıkarılmıştır.

Bergama’da maden işletmesi aleyhine verilen çok sayıda yürütmeyi durdurma kararını ya da kapatma cezasını uygulatmayan AKP hükümetinin, pek çok kanun ve yönetmelikle petrol, maden arama ve işletme faaliyetleri yanında HES projelerini ÇED süreci dışına çıkararak doğanın iktisadileşmesinin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmaya niyetli ve istekli olduğunu söyleyebiliriz[44].

Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı

AKP hükümeti kamuoyunda yapılan tartışmalara kulak asmadan Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Taslağını her zamanki gibi 05.06.2012 tarihinde yani Dünya Çevre Günü’nde onayladı. Ve görüşülmek üzere TBMM’ye gönderdi. Kanun yürürlüğe girdiği andan itibaren o tarihe kadar alınmış Tabiat Sit kararları, Milli Parklar, Tabiat Parklarının koruma statüleri iptal edilmiş; Su Kullanma Hakkı Sözleşmesi imzalamış ve /veya HES (Hidroelektrik Santral) için lisans almış tüm şirketlerin önünde engel olarak duran havza koruma statüleri kaldırılmış olacak. Böylece Milli Park olan Munzur vadisinde, Arılı, Çağlayan, İkizdere Vadileri gibi 1. derece sit alanı ilan edilen vadilerde şirketlerin faaliyetleri yasalaşmış olacaktır. Bu yasa ile "İstanbul Kuzey Kesimi - Karadeniz Kuşağı Doğal SİT Alanı" kararı da kaldırılarak İstanbul'a yapılması planlanan 3. Boğaz Köprüsü projesinin önündeki bir yasal engel daha kaldırılmış olacaktır.

Bu yasa ile tüm tabiat kararları, doğal alanları kimin ve nasıl kullanacağı ile ilgili karar verme yetkisi Çevre ve Orman Bakanlığı'na verilmiş; hazine arazileri, meralar, ormanlar ve su havzalarının kullanımı mümkün hale gelmiştir. Ayrıca tür ve habitatları koruma bahanesi ile doğal alanların işletme yetkisinin il özel idarelere, belediyelere, vakıf ve derneklere bakan onayı ile verilebilmesinin yolu açılmış olacaktır. Kanun tasarısı doğal alanların yanında Anadolu'da yetişen tüm biyolojik tür ve çeşitlerin de doğrudan bakanın yetkisi ile ticarileştirilmesine olanak tanımaktadır. Üstelik yasa ile Bakanlık koruma alanlarına ait uzun devreli gelişme plan yapma yetkisini de özel kuruluşlara devredebilecektir[45].

İşin özü AKP hükümeti Biyoçeşitliliği ve Tabiatı koruma kisvesi altında doğayı ve doğal yaşamı piyasanın insafına terk etmekle kalmayıp, bu yasa ile kanımca farklılıklara tahammül edemeyen, anti demokratik ve otoriter zihin dünyasını da ifşa etmektedir[46].

AKP’nin İklim Politikası(zlığı)

Türkiye Kyoto Protokolüne katılma kararını 05.02.2009 tarihinde verdi. Ancak sera gazı emisyonu indirimi konusunda somut hiçbir taahhütte bulunmadı. Protokolün kabulünden sonra 18 Ağustos 2010 yılında İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu yeniden oluşturuldu. Başkanlığını Orman ve Çevre Bakanının yaptığı Kurulun üyeleri içinde TÜSİAD genel sekreteri ve TOBB başkanı yanı sıra pek çok bakanlık mensubu ve müsteşar bulunuyordu.

İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu Toplantısını, 4-5 Aralık 2010 tarihlerinde Meksika Cancun' da gerçekleştirilecek Dünya İklim Zirvesi öncesinde Türkiye'nin durumunu değerlendirmek ve yapılacakları bir kez daha gözden geçirmek üzere Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Lütfi Akça başkanlığında yaptı.

Akça; ''Burada ülkemizin durumunu, ekonomik ve sosyal göstergelerimizi, bunların doğrultusunda gelişmekte ve sanayileşmekte olan bir ülke olduğumuzu ve sera gazı azaltım hedefi alamayacağımızı, kurulacak finansman düzenine katkı veremeyeceğimizi….ülkemizle benzer kişi başı sera gazı emisyonları profiline, ekonomik ve sosyal göstergelere sahip, diğer ülke taraflarına sağlanmış olan azaltım, uyum, teknoloji ve finansman alanındaki esnekliklerden, gelecekte oluşturulması muhtemel mali kaynak, teknoloji desteği ve piyasa mekanizmalarına kapasite geliştirme faaliyetlerinden ülkemizin de faydalanması yönünde… Meksika toplantısı öncesinde diğer ülkelerin de desteğini almayı hedefliyoruz…'' diye konuştu[47].

Aslında Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Lütfi Akça’nın dillendirdiği politika(sızlık), hiçbir şeklinde sera gazı emisyonu azaltımı taahhüdünde bulunmadan, mali kaynak ve finansal destek almak olarak özetlenebilir. AKP hükümetinin bu politikasına uygun olarak "12 milyar tonluk kömür rezervimizi kullanmamamız düşünülemez" diye açıklama yapan Türkiye iklim görüşmeleri baş müzakerecisi Mithat Rende'nin sözleri, sera salımının azaltılması sürecine Türkiye'nin daha yıllarca katkı yapmayacağını da gösteriyordu.

Oysa 2009 yılı itibarıyla Türkiye’nin elektrik üretimindeki yenilenebilir enerjinin payı yüzde 19’dur[48]. Türkiye 2009 yılında elektriğinin %81’ini fosil yakıtlardan üretmiştir[49]. Türkiye’nin dünyadaki sera gazı salınımlarının sadece yüzde 1'ini gerçekleştirmesi bizi yanıltmasın. Zira Türkiye sera gazı salınımı artışlarında ilk sıralarda bulunuyor. Türkiye sera gazı salımlarını 1990 yılı seviyesine göre yüzde 5 indirim sağlamaya çalıştığı süreçte, Türkiye'nin CO2 eşdeğeri olarak 2010 yılı toplam sera gazı emisyonu 1990 yılına göre %115 artış göstermiştir[50]. Bu tabloya rağmen EPDK tarafından hala çok büyük miktarda kömür ve doğal gaz kullanılarak yapılacak elektrik üretim lisansları veriliyor.

Diğer taraftan, AKP hükümeti programlarında Türkiye’de yenilenebilir enerjinin payının artırılması genel olarak, hidroelektrik enerji yatırımları üzerinden planlanmaktadır. Zira günümüzde yenilenebilir enerjinin zaten sınırlı olan payının yaklaşık yüzde 98'i hidroelektrikten karşılanmaktadır. 2009 yılı sonu itibariyle, 29416 MW’ı termik, 14553 MW’ı hidrolik ve 792 MW’ı rüzgâr olmak üzere Türkiye’nin toplam kurulu gücü 44761 MW’a ulaşmıştır. Buradan da anlaşılacağı gibi rüzgâr enerjisinin toplam kurulu güçteki oranı %1,7 dir[51].

Germanwatch ile CAN Europe tarafından hazırlanan 2012 iklim değişikliği performans indeksi raporuna göre, enerji kaynaklı emisyonların %90'ını kapsayan 61 ülke değerlendirilmiş; Türkiye Suudi Arabistan, İran ve Kazakistan'ın üstünde 58.sırada, en kötüler arasında yerini almıştır[52]. Germanwatch’ ın 1991-2010 dönemini içeren İklim Risk İndeksi’ne göre ise aşırı iklim olaylarından en çok etkilenen ülkeler sıralamasında yer alan Türkiye 1991-2010 ortalamasında 106. sırada yer alırken, 2010 yılında 88. sıraya yükselmiştir[53].

Gerçekler bu kadar vahim iken Dünya İklim Konferansına Türkiye İklim Müzakerecisi Mithat Rende, çevre konularından sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun Durban’da olmamalarını onların yerine Türkiye’yi Kalkınma Bakanının temsil etmesini nasıl yorumlamalıyız? Bu soruya kanımca AKP hükümetinin temel sloganıyla yanıt verebiliriz; “Durmak yok yola devam…”. Bu yolun nereye çıkacağını tasavvur etmeyi ise sizlere bırakıyorum.

Türkiye zirveyi ciddiye almamış olabilir ama öyle anlaşılıyor ki bazılarının dikkatine mahzar olabilmiş. Zira iklim müzakerelerinde sonucu olumsuz etkileyecek politikalar ortaya koyan ülkelere verilen Günün Fosili ödülünü 3 Aralık günü Türkiye aldı. CAN (Climate Action Network) yaptığı açıklamada, Türkiye’nin ödüle layık görülmesinin nedenini, seragazı salımlarını indirmek için hedef belirlemeden, Kyoto Protokolü’nün mekanizmalarından faydalanarak teknolojik ve finansal destek almaya çalışmak olarak gösterdi. Böylece Türkiye, Pelin Cengiz’in ifadesini ödünç alırsak “şark kurnazı” ödülüyle payelendirildi[54].

Nihayetinde, Türkiye'nin iklim değişikliği görüşmelerinde aldığı resmi tutum, uluslararası ölçekte rekabetçi, maliyetlere odaklanan, inisiyatif ve sorumluluk almaktan çok sanayisindeki maliyetleri düşürerek, genel olarak çözüm sürecini engelleyen politikaları besleyen gerici bir konumdan ibarettir[55].

Genetiği Değiştirilmiş Organizma’lı (GDO’lu) Gıdalar ve GDO’ya Hayır Platformu:

Türkiye’de ilk olarak 1998 yılında Nazilli’de ve Çukurova’da GDO’lu ürünlerin deneme ekimi başlanmıştı. Ardından GDO’lu tohumların ve gıdaların tüketiciler, üreticiler, doğal yaşam, çevre ve ekoloji üzerinde risk oluşturduğuna dair haklı ve ciddi endişeler taşıyan pek çok ekolojist, çevreci, yeşil örgüt ve kişiler yanında pek çok sivil toplum örgütü bir araya gelerek 2004 yılında “GDO’ya Hayır Platformu” nu kurdu[56]. “Yaşam Patentlenemez” ismiyle bir deklarasyon yayınlandı. Bu platform önüne koyduğu temel iki hedefi gerçekleştirdi: Türkiye’ de biyogüvenlik yasasının çıkması ve Türkiye’de GDO’ların üretimini yasaklattıracak bir kamuoyu yaratılması.

Zamanla iklim değişikliğinin kendini daha fazla hissettirdiği zamanlarda platform sadece gıda güvenliğini değil, gıda egemenliği ile iklim krizini ilişkilendirecek bir politika geliştirmeye başladı. GDO’lu üretim sistemi tarımı endüstrileştirip giderek daha fazla karbon üretimine yol açıp iklim değişikliğini hızlandırdığı için, tüm dünyada gıda egemenliği meselesi bir nevi iklim adaleti meselesi olarak kabul edilmeye başlanmıştı.

2009 yılının Ekim ayında“Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” yürürlüğe girdi[57]. Bir ay sonra yönetmelikte yapılan bir değişiklik ile AKP hükümeti 26.10.2009 tarihinden önce kontrol belgesi almış ürünleri ithalat aşamasında denetleme kapsamından çıkarttı. Danıştay yönetmeliğin tümünün yürütmesini durduğu halde AKP hükümeti bu kez daha önce pek çok kez yaptığı gibi,2010 yılının Ocak ayındamuafiyetin süresini genişleterek, bu kez 20.01.2010’dan önce kontrol belgesi almış GDO’lu ürünlerin 1 Mart 2010’a kadar serbestçe ülkeye girişine olanak sağladı.

Kamuoyu baskısı ve GDO’ya Hayır Platformu’nun mücadelesi sonucunda2010 yılı Mart ayında meclis tarafından onaylanan, Türkiye’de GDO’lu üretimi yasaklayan Biyogüvenlik Yasası, ancak 2010 yılının Eylül ayında yürürlüğe girdi. Ancak, 2010 yılının Haziran ayında Bakanlığın talimatıyla Biyogüvenlik Yasası’na aykırı biçimde 32 GDO’lu ürünün ve bu bağlamda da binlerce GDO’lu malın Türkiye’ye girmesine izin verildi. Bu ürünlerin bir kısmı Monsanto isimli çok uluslu bir şirkete aitti. Böylece GDO’lu mısır ve bu mısırdan üretilen nişasta bazlı şeker içeren binlerce ürün,bu ara dönemde marketlerimizi süsledi.

Yasa Türkiye’de genetiği değiştirilmiş organizmaların üretimine izin vermezken, GDO’lu ürünlerin tüketiminin önünü açıyordu. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu tüketime olanak sağlayan yönetmelik şirketlerin çıkarları doğrultusunda pek çok kez değiştirildi[58].

Benzer şekilde Biyogüvenlik Yasası ile gıdalarda bulunan GDO oranı binde dokuzun üzerindeyse o gıdalara etiketlenmesi şartı koyulmuştu. Ancak şirketler bu standartlara uymadığı gibi, bu standardı denetleyecek idari mekanizmalar AKP hükümeti tarafından oluşturulmadı[59].

Bunun yanı sıra Biyogüvenlik Kurulu, 2011 yılının Aralık ayında, Bayer ve Monsanto firmalarına ait çeşitli herbisit tolerans geni taşıyan soya fasulyesi ve ürünlerini, hayvan yemi ya da yem hammaddesi olarak kullanılmasına izin verdi[60]. Ardından aynı ay içinde Kurulu, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadi İşletmesi, Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi (BESD-BİR) ve Yumurta Üreticileri Merkez Birliği’nin (YUM-BİR) 13 mısır çeşidi ve ürünlerinin[61]hayvan yemlerinde kullanılması amacıyla yaptığı başvuruyu kabul etti[62].

AKP hükümetinin tüm engellemelerine karşın artan kamuoyu baskısı sonuç verdi. Biyogüvenlik Kurulu’nun GDO’lu üç çeşit soya için “tam rafine yağ üretimi amaçlı kullanılması şartı” ile izin verilebileceğini açıkladığı 2012 yılının Ağustos ayında Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu29 adet gıda amaçlı GDO için ithalat başvurusunu, Ünak Gıda da gıda amaçlı 3 adet soya başvurusunu geri çektiğini kamuoyuna bildirdi.

Böylece,Türkiye’de genetiği değiştirilmiş organizmalara karşı verilen mücadelede bir eşik daha aşılmış oluyordu.

AKP’nin Su Hakkıyla Savaşı: Hidro-Elektrik Santraller(HES) ile ilgili gelişmeler

2001 yılında çıkarılan “4628Sayılı Kanun” ve 2003 yılında yayınlanan “Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetlerinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması imzalanmasına ilişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile hidrolik enerjinin serbest piyasa kurallarına göre değerlendirilmesi konusunda ciddi adımın atıldığı bilinmektedir.

Ardından 2010 yılında Yenilenebilir Enerji Kanunu’na HES’ler eklenerek hidrolik enerji desteklenecek enerji türleri içine alındı. 2003 yılı başından 2010 yılı sonuna kadar geçen süre içinde Enerji Piyasası Düzenleme Kurumundan(EPDK) lisans almış 1198 adet üretim tesisinin kurulu güçlerinin toplamı yaklaşık 70.995 MW olup, 1198 adet üretim tesisinden 749 tanesi primer olarak hidrolik enerji tesisi olduğu görülüyor. Resmi verilere göre yedi yıllık sürede lisans almış kurulu gücün içinde hidrolik enerjinin payı yaklaşık %40 tır[63].

Buradan da anlaşılacağı gibi, Türkiye’nin enerji vizyonu, güneş ve rüzgâr enerjisinden önce, linyit kaynakları ve hidrolik enerjinin maksimum düzeyde kullanılması yönünde kurgulandı. Zira iklim değişikliği eylem planında AKP hükümeti “temiz enerji olan HES potansiyelinin hali hazırda %38'inin kullanıldığını, tamamının kullanılacağını” belirtiyor. Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda yapılan 29.12.2010 tarihli değişiklik ile, milli park, tabiat parkı, tabiatı koruma alanı, yaban hayatı geliştirme sahası, özel çevre koruma bölgeleri ve doğal sit alanları gibi yasal koruma statüsüne sahip alanlarda yenilenebilir enerji santrallerinin, özellikle HES’lerin kurulması kolaylaştırılmıştır[64]. Bu durum, daha önce de belirttiğimiz gibi doğa koruma ve sulak alanlarla ilgili mevzuatta yapılan değişikliklerle de desteklenmiştir.

Ardından hızla HES üretim lisansı verildiğini görüyoruz. EPDK Şubat 2011 itibariyle 761 HES üretim lisansını onaylamıştır. Bu lisansların tamamının hayata geçirilmesi durumunda, tatlı su ekosistemlerinin ve biyolojik çeşitliliğin ülke genelinde önemli ölçüde zarara uğraması kaçınılmazdır[65].

Bu gelişmeler üzerine 20 Mayıs 2011 tarihinde, Birleşmiş Milletler(BM) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi Türkiye'ye ilişkin raporunda Ilısu başta olmak üzere Türkiye'deki baraj ve hidroelektrik santral (HES) projelerinin ciddi insan hakları ihlallerine neden olduğunu belirterek Türkiye'yi uyardı[66].

Ulusal ve uluslar-arası tüm uyarılara ve toplumsal muhalefete rağmen AKP hükümeti, EPDK'nın 21 Temmuz’da yürürlüğe giren “Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmeliği” ile HES yapımını kolaylaştıran bir hamle daha yaptı. Yönetmeliğe göre gücü 500 elektrik kilowat'ın (kWe) altında olan yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisleri için lisans alma ve şirket kurma yükümlülüğü ortadan kaldırıldı[67].

ÇED Yönetmeliği'ne göre kurulu gücü 25 MW ve üzeri olan nehir tipi santrallerin ÇED uygulanacak projeler listesinde olduğu dikkate alındığında, EPDK'nın yönetmeliğinde sözü edilen santrallerin ÇED sürecinden muaf tutulup, faaliyet göstermelerine olanak tanınmış oldu.

Böylece Türkiye’nin neredeyse her deresinin ticarileşmesinin önü açılmış oldu. AKP hükümeti bununla da yetinmedi. 2012 yılının Ağustos ayında Bakanlar Kurulu kararıyla Enerji Piyasaları Denetleme Kurulu'na (EPDK), Devlet Su İşleri'ne (DSİ) ve bazı belediyelere "acele kamulaştırma" yetkisi verdi.Bu şekilde Bakanlar Kurulu, EPDK’ya acele kamulaştırma yetkisi verdiği 2004 tarihli kararın, Peri Suyu ile ilgili süreçte Danıştay'ın 'yetki devriyle' ilgili 'yürütmeyi durdurma kararını' dikkate almadığını ilam etmiş oluyordu[68].

Kamulaştırma Kanunu'nun 27. Maddesinde,“yurt savunması ve olağanüstü hallerde kullanılacak bir yetki” olarak tanımlanan “acele kamulaştırma” yetkisi bir nevi savaş hukuku normu olarak kabul edilmektedir. AKP hükümetinin 'acele kamulaştırma' yetkisinin bu şekilde devretmesi, doğaya bakışını çok net olarak yansıtmaktadır. Bu kararı ile AKP, aslında gerçek yüzünü bir kez daha faş etmiş, “savaş hukuku” na başvurarak doğaya ve yaşama karşı açmış olduğu “savaşı” kabul etmiştir.

Hemen ardından 2012 yılının Eylül ayında Bakanlar Kurulu Hidro Elektirik Santrali ve Enerji Nakil Hattı projeleri için ihtiyaç duyulan taşınmazların acele kamulaştırılmasına ilişkin bir karar aldı. Bu karara göre, Şırnak'tan, Antalya'ya, Giresun'dan Sivas ve Erzincan'a, Çankırı'dan Çorum ve Nevşehir'e kadar Türkiye'nin pek çok yerindeki termik ve hidroelektrik santrallerine ait enerji nakil hattının yapımı amacıyla belirtilen taşınmazlar, kimi yerlerde Hazine kimi yerlerde ise TEDAŞ adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından acele kamulaştırılacaktır[69].

Enerji Bakanlığı tarafından 2010-2014 yıllarını kapsayan Stratejik Plan[70] çerçevesinde yapılması planlanan yaklaşık 5000 MW'lık hidroelektrik santrallin 2013yılı sonuna kadar tamamlanacağı dikkate alındığında, AKP hükümetinin yürüttüğü bu savaşın toplumsal ve ekolojik tahribatını kestirmek mümkün görünmüyor.

AKP’nin Yaşam ile İmtihanı: Nükleer Enerji Meselesi

Türkiye 1974 yılından beri Nükleer Santral kurmaya çalışmış, çeşitli vesilelerle her seferinde bu kararından vazgeçmiştir. Oysa AKP hükümeti başa geldiğinden beri kalkınma planlarına ve hükümet programlarına bu hedefini ısrarla koymuş, tüm toplumsal muhalefete rağmen bu kararından geri adım atmamıştır. Üstelik dünyadaki pek çok kuruma göre geleceğin enerjisi nükleer enerji olarak görülmediği halde.

Örneğin Uluslararası Enerji Ajansı tarafından hazırlanan, “Dünya Enerji Görünümü 2007” adlı raporunda, dünya elektrik enerjisi üretiminde, nükleer enerji payının giderek azalacağı ön görülmekte; nükleer enerjinin yüzde 15 olan bugünkü payının 2030’da yüzde 9’a gerileyeceği, hidroelektrik santrallerin dâhil edilmediği hesaplamada ise yenilenebilir enerjinin bugün yüzde 2 olan payının yüzde 6’ya çıkması beklenmektedir[71].

Bunun yanında özellikle 2011 yılında yaşanan Japonya-Fukushima kazasından sonra tüm dünyada nükleer enerji ile ilgili endişeler giderek arttı. Pek çok ülke nükleer enerji politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. Enerji ihtiyacının %22’sini nükleerden karşılayan Almanya 2022 yılına kadar nükleer santralleri kapatma kararı aldı; pek çok ülkede kamuoyu yoklamaları yapıldı. İtalya da, halk oylaması ile nükleer programından vazgeçtiğini açıkladı[72]. Ayrıca Litvanya'da düzenlenen referandumda, halkın yüzde 64'ü ülkede yeni bir nükleer enerji santralinin inşa edilmesi önerisini reddetti[73].

Benzer şekilde 2011 yılında Greenpeace'in Türkiye çapında yaptırdığı geniş kapsamlı kamuoyu araştırması, nükleer enerji santralleri konusunda bugün bir referanduma gidilmesi durumunda halkın %64'ünün nükleer santral kurulmasına 'hayır' diyeceğini ortaya koydu. Araştırma sonuçlarına göre, halkın %86,4'ü nükleer santrale yakın bir yerde yaşamak istemediği yönünde görüş belirtmiş, enerji ihtiyacımızı karşılamak için riske girmeyip temiz kaynaklara yönelmemiz gerektiği görüşünde olanların oranı ise %84,2 idi[74].

Öte yandan Çevre Mühendisleri Odası, nükleer santrallere ilişkin raporunda, Sinop ve Mersin'de yapılacak nükleer santrallerde bir kaza olması halinde 300 kilometre çevresinde olan yerlerin de etkileneceğini açıkladı. Rapora göre, Sinop'ta yapılacak nükleer santraldeki olası bir kaza durumunda milyonlarca insanın yaşadığı İstanbul, Ankara ve Samsun gibi büyük kentleri etkileyecek. Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral ise bütün Akdeniz Bölgesi'nin yanı sıra Konya'yı risk altına sokacak[75].

Üstelik nükleer bir reaktörde kaza olmasa dahi çevresindeki onlarca kilometrelik bir alana radyoaktivite yaydığını, etrafındaki toprağı kuma çevirdiğini, organik yaşamı yok ettiğini, yöredeki insanlarda kanserlere ve sakat anomalili bebeklerin dünyaya gelmesine neden olduğunu, tam anlamıyla “yaşamı katlettiğini” biliyoruz[76]. Bu bağlamda 2007 yılında yapılan bir araştırmada, Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde ve lösemide büyük oranda artış olduğu ortaya çıkarılmıştır[77].

Elimizde olan ve dünyanın kabul ettiği tüm bu verilere rağmen, AKP'nin enerji politikası planlarına göre 2030 yılına kadar Türkiye’nin nükleer enerjide 10 bin MW’lık kurulu güce ulaşması öngörülmektedir. Bu kapsamda, ilk nükleer santralin Mersin-Akkuyu, ikincisinin ise Sinop’ta inşası planlanmakta olup, 12 Mayıs 2010 tarihinde RF ile Akkuyu’da bir nükleer güç santrali tesisine yönelik bir Hükümetler-arası Anlaşma imzalanmıştır[78].

Uzmanlar Fukuşima felaketinin insanlar ve doğa üzerindeki etkilerinin temizlenmesi yüzyıllar boyunca mümkün olmayacağını vurgularken; radyoaktif kirlenmeye maruz kalan toprakların yaklaşık 13.000 km2'si aşırı kirlenmiş durumdayken; 150 binin üzerinde insan Fukuşima nükleer tesisinin 50 km çevresindeki radyoaktif olarak kirlenmiş alandan ayrılmak zorunda kalmışken; yasak olan 20 km'lik tahliye bölgesinde on yıllarca yıl yaşanılamayacağı öngörülüyorken; hatta 40 yılı aşkın bir süredir nükleer enerjiye dayalı ekonomiye sahip olan Japonya, Fukuşima nükleer kazasından sonra aldığı kararla ülkedeki 54reaktörüntamamını kapatmış ikenTürkiye'nin en üst düzeyinden bir ses geldi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) Proton Hızlandırıcı Tesisi'nin açılış töreninde, “Nükleer enerjide insan hayatını tehdit eden unsurlar adeta yok edilmiştir. Japonya'da bir olay yaşandı diye bütün insanlığı farklı yerlere taşımaya gerek yok.” diyerek kendisinin ve AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki tavrını net olarak ortaya koydu[79].

AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki ısrarını sadece bir enerji açığını kapatma mevzuu olarak değerlendirmek gerçekçi değil. Bizce bu nükleer güce sahip olma hırsını AKP iktidarının, 2023 hedefleri ve şu anda uyguladığı dış işleri politikasıyla ilişkilendirmek mümkün. 2023 yılında Türkiye’nin dünyanın ilk on ekonomisi arasında olmasını önüne hedef olarak koymuş olan AKP’nin, aynı zamanda bir “cihan devleti” olma hevesini nasıl es geçebiliriz ki. Bu konuda Dış İşleri BakanıDavutoğlu’na kulak vermek bize bir fikir verebilir.

Zira, 25 Nisan 2011 tarihinde Çanakkale Savaşı'ndan günümüze kadar geçen 100 yıllık süreyi değerlendiren Davutoğlu, Osmanlı imparatorluğundan koparılan her bir toprak parçasının bizimle bütünleşmesi dileğini ifade ettikten sonra Türkiye’nin 2023 vizyonunu şöyle açıklıyordu. “Nasıl ki” diyordu Davutoğlu, “12 yılda bir cihan devleti cumhuriyete gerilediyse, önümüzdeki 12 yılda da bir cumhuriyetin cihan devletine dönüştüğünü göreceğiz. İnşallah 2023 te bu aziz millet dünya sahnesindeki asırlardır oynadığı rolü tekrar oynamak üzere yerini alacak ve tarihe ağırlığını koyacak. Kimse buna engel olamayacak.[80]

Öyle anlaşılıyor ki, AKP hükümetinin nükleer enerji hırsı basit bir enerji açığını kapatma ihtiyacından kaynaklanmıyor. Daha çok, Erdoğan’ın 2023 ve 2071 hedefleriyle birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin nükleer bir güce sahip olma hırsı emperyal bir cihan devleti olma hevesiyle rabıtalı gibi görünüyor.

O yüzden AKP iktidarının nükleer enerji konusundaki tercihi, basit bir enerji tercihi olarak kabul edilemez. Bu tercih, AKP hükümetinin emperyal hevesini desteklediği, doğaya ve insana verdiği değeri ortaya koyduğu bir tercih olarak tarihe kazınmıştır. AKP hükümeti yaşamı savunmak ile yok-etmek arasında bir tercihte bulunmuş; doğayı ve toplumsal yaşamı savunmanın karşısında yok-etmenin tarafını tutmuştur.

AKP’nin Otoriter Demokrasisi: Kanun Hükmünde Kararnameler ve Çevre

12 Haziran 2011 Genel seçimlerine iki ay kala, Meclis’i devre dışı bırakan, hükümete altı ay süreyle Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisi veren Yasa, TBMM’nin 6 Nisan 2011 tarihli oturumunda kabul edildi. Ardından çığ gibi KHK yaşamın her noktasına nüfus edecek şekilde çıkarıldı. AKP bu altı aylık dönemde, 35 adet Kanun Hükmünde Kararname çıkararak, bakanlıklar kurdu, kapattı, birleştirdi ve ayırdı.

Bu dönemde çıkarılan KHK’leri çevre açısından değerlendirdiğimizde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na dair 648 sayılı KHK 17.08.2011 tarihinde yürürlüğe girdiğini, yanı sıra pek çok[81] KHK’ler ile ülkemizin çevre yönetiminde ve idari yapısında üç ayda birçok değişiklik yapıldığını ve sonradan bu değişikliklerin de tekrar değiştirildiğini görüyoruz.[82]

Bu dönemde çıkarılan pek çok KHK’de açıkça doğa, sadece bir “hammadde” ve “arsa” olarak algılanıp ekonomik faaliyet için kullanılması gereken bir girdi olarak vurgulanmış, “kaynak deposuna” indirgenmiştir. Ayrıca HES, maden arama ve çıkarma faaliyetlerinin önündeki toplumsal muhalefetin ve yasal engellerin bu dönemde çıkarılan pek çok KHK ile aşılmaya çalışıldığı görülmektedir.

Yine AKP hükümeti döneminde ilk “Çevre ve Orman Bakanlığı” olarak yapılandırılan

Çevre Bakanlığı, mecliste ya da kamuoyunda tartıştırılmadan ben yaptım oldu mantığıyla, otoriter bir şekilde Kanun Hükmünde Kararnameler ile tekrar yapılandırılmıştır. Hemen seçim öncesinde “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı” oluşturulmuş; daha ne olduğunu anlamadan AKP hükümeti yeni bir düzenlemeyle daha birkaç ay önce oluşturduğu yeni bakanlığı “Çevre ve Şehircilik” ve “Orman ve Su işleri Bakanlığı” şeklinde yeniden yapılandırmıştır.

Bu değişikliği siyaset erbabının “yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” kadim sözü ışığı altında düşünecek olursak, AKP hükümetinin çevre politikalarının önümüzdeki dönemde ağırlıklı olarak şehirlerin yani yaşam alanlarımızın ticarete açılması yönünde gelişeceğini ileri sürebiliriz. Kentsel dönüşüm projelerini ve AKP hükümetinin 2023 vizyonunda övgüyle bahsettiği “marka şehirleri” bu gözle değerlendirmek gerekecek. Şimdiye kadar nehirlerimizin, derelerimizin, tarım alanlarımızın ticarileştirildiğine tanık olmuştuk; öyle anlaşılıyor ki, “ustalık” döneminde şehirlerimizin, kasabalarımızın, köylerimizin kısacası topyekûn yaşam alanlarımızın ticarileşmesine, şantiyeye dönüştürülmesine tanık olacağız.

Son söz niyetine; AKP’li yıllarda ekoloji mücadeleleri…

AKP’nin çevre politikasını genel siyasi politikasından bağımsız değerlendiremeyeceğimizi düşünüyorum. Bu bağlamda, AKP’nin şimdiye kadar uyguladığı çevre politikaları dikkate alındığında tutarlı ve bilinçli bir yol haritasını izlediği ileri sürülebilir. Bu yol haritası, neoliberal ekonomik politikalar ve sürdürülebilir kalkınma yani kalkınmanın ve büyümenin sürdürülmesi paradigması temelinde gelişmiştir.

AKP’nin iktidarda olduğu ilk 5 yıllık süreçte uygulanan çevre politikalarının belirlenmesinde AB’ye giriş sürecinin zorunlulukları ile serbest piyasa ekonomisinin ihtiyaçları arasında iki çekim odağının etkili olduğu ileri sürülebilir[83]. Ancak bu iki çekim odağının çoğu kez bir biriyle neredeyse bire bir örtüştüğüve AKP’nin ideolojisinin temel damarının “pragmatizm” olduğu düşünüldüğünde, “demokratikleşme”, “sürdürülebilirlik”, “katılım” ve “şeffaflık” gibi bazı AB’ye uyum söylemlerinin bu politikaların “meşrulaştırılmasında” kullanıldığı ileri sürülebilir.

AKP hükümetlerinin çevre politikaları incelendiğinde, devleti bir şirket, yurttaşları işgücü ve işçi, doğayı ise kaynak deposu ve hammadde olarak algıladığı ve kabul ettiği görülmektedir. Hal böyle olunca her iktidar sahibinin bünyesinde taşıdığı “ikbal ve beka kaygısı” na daha fazla kâr elde etme ve sermaye birikimini arttırma ihtiyacı evleniverir. Zira kapitalizmin yaşam kaynağı “devamlı büyüme” üzerine kuruludur. Böylece bu bağlamda değerlendirildiğinde, ekonomik büyümeyi ve tahakkümü beslemeyen her şey teferruat olarak kalmaya mahkûmdur; tıpkı AKP iktidarı örneğinde tanık olduğumuz gibi.

Son 10 yıllık AKP iktidarı sürecinde uygulanan çevre politikalarının toplumsal ve ekolojik faturası oldukça yüklü olmuştur. Derelerden meralara, ormanlardan denizlere, yediğimiz gıdadan içtiğimiz suyumuza, köylerimizden şehirlerimize kadar yaşam adına ne varsa, her varlığın ve değerin pazarlanıp piyasaya sunulduğuna, ticarileştirildiğine, kısacası pazarda alınıp satılabilir metalara dönüştürüldüğüne tanık olduk, oluyoruz.

Bu süreçte, aynı zamanda ekolojik ve toplumsal değerleri-varlıkları ulusal-ulusötesi şirketlere pazarlayan AKP hükümetinin uygulamalarına karşı yerelden gelişen ekoloji mücadelelerine de tanık oluyoruz. AKP’nin demokrasi, insan hakları ve özgürlükler konularındaki pragmatizmini, iki yüzlülüğünü çevre ve ekoloji mücadelelerine karşı da sergilediğini tespit etmeliyiz. “En demokratik” olarak kabul gördüğü 2002-2007 yılları, nam-ı diğer ‘çıraklık dönemi’ nde dahi AKP’nin otoriterliğinin adeta turnusol kağıdı gibidir, gelişen ekoloji mücadelelerine karşı olan yaklaşımı. Termik santrallerden, Hidroelektrik santrallere, GDO’lardan, nükleer santrallere ve altın madenciliğine karşı oluşan ekoloji mücadelesi çoğu kez, AKP hükümetinin otoriter baskısı altında var olmaya devam etmiştir; üstelik müstehzi bir yaklaşım ve itibarsızlaştırma eşliğinde.

Örneğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rize’de yaptığı bir konuşmada; “çevrecilerin boş vakitlerini değerlendirmek için bu işi yaptıklarını” savunarak, “Ben çevrecinin daniskasıyım. Asıl çevreci benim” demiştir. Ardından nükleer santrallerle ilgili Sinop’ta yapılan protestoyu kastederek, “Gittiler Sinop’da gösteri yaptılar. Hâlbuki ilk nükleer santral Sinop’ta değil, Akkuyu’da yapılacak. Adresi de yanlış almışlar” diyebilmiştir[84]

Ardından Başbakan Çernobil’den sonra en büyük çevre felaketi olarak tarihe geçen Fukuşima nükleer santrali kazası sonrasında yaptığı bir açıklamada, hayatta her şeyin riskli olduğunu söyleyip, mutfak tüpünün patlama olasılığı ile nükleer santral kazasını aynı kefeye koyabilmiştir.

Çok konuşulan bir diğer örnek de, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’ndan;Allianoi Antik Kenti'nin üzerinin örtülmesiyle ilgili olarak, “kazı yapan, tarihi eserleri çıkaran koruyan biziz.” dedikten sonra Eroğlu,“Buralar zaten toprak altındaydı. Burayı koruma altına aldık, herhangi bir tahribat söz konusu değil. Arzu edilirse, baraj ömrünü tamamladıktan sonra tekrar çıkarılması mümkün. Roma döneminden kaldığına göre, yıllardır demek ki toprak altında. Birkaç yüzyıl daha toprak altında kalmasının bize göre bir mahsuru yok.” demiştir[85]. Dikili Belediyesi Basın Danışmanı Oben Ulu tarafından çekilen fotoğraflarda, barajın su tutmaya başlaması sonrasında tahrip olacağı ortada olan bu kültür varlığının “kumla kaplanarak korunması” nın unutulduğu!, bunun yerine kalıntıların gözden saklanması için zeytin dalları ile örtüldüğü öğrenildi[86].

Öte yandan AKP iktidarının yaygın medyada “en demokratik” dönemi olarak kabul edilen “çıraklık dönemi”nde, ulusal-ulusötesi şirketlere karşı yaşam alanlarını, evlerini, köylerini savunmak için eylem yapan pek çok köylü ya tutuklanmış ya da hapis cezası ile hüküm giymiştir. Pek çok örnek verilebilir ancak biz bir tanesiyle yetinelim. Örneğin Ulukışla Hasangazi köyünde işletilmesi planlanan altın madenine karşı köylülerin yolu keserek yaptıkları eylemde toplam dokuz köylü 10 ar ay hapis cezasına çarptırılmış; köylülere açılan diğer iki davada ise toplam 56 yıl hapis cezası istenmiştir[87].

Yaygın medyada yer alan bir başka örnek verelim: Tunceli, Elazığ ve Bingöl’de 12 köyü sular altında bırakacak Pembelik Barajı’na direnen köylüler 1.5 yıldır barajın gövdesi olacak arazide nöbet tutuyorlardı. Bakanlar kurulunun “acele kamulaştırma” kararından hemen sonra “hazine arazisi üzerinde” olduğu iddia edilerek direniş çadırı şirketin özel güvenlik görevlileri ve jandarma tarafından yıkıldı. Barakada aylardır nöbet tutan yedi köylü de tutuklandı. Ardından Limak isimli şirketin özel güvenlikçilerinin direniş çadırına taciz ateşi açtıkları öğrenildi[88].

Böylece ekoloji mücadelesi vererek yaşam alanlarını savunan ve şirketlere direnen halkın polis ve Jandarma şiddetine uğramasının ardından Peri Suyu’nda yaşanan olaylarla iş, şirketlerin bizzat özel güvenlikçileri eliyle halka silahlı güç kullanmaya kadar vardı[89].

AKP hükümetinin 2023 vizyonuna baktığımızda suyun, tohumun, derelerin, havanın, toprağın ve ormanların ticarileşmesinin büyük bir hızla devam edeceğini söylemek mümkün. Aynı şekilde ekolojik ve toplumsal yaşamlarımıza yönelen çok boyutlu saldırıya karşı daha özgür ve daha demokratik bir toplum tahayyülü ile beslenen, doğayı “yaşam kaynağı” olarak savunan ekoloji mücadelelerinin de büyüyerek çoğalacağı ileri sürülebilir[90].

Zira asıl mesele yaşamlarımız üzerinde oynanan kirli oyunlarla yüzleşmek; gıdamızı olduğu kadar tohumlarımızı, toprağımızı olduğu kadar şehirlerimizi, geçmişimizi olduğu kadar geleceğimizi, hafızamızı olduğu kadar hayallerimizi patentlemeye çalışan kapitalizme karşı bir bütün olarak yaşamımızı geri alma ve yeniden kurma mücadelesidir.

 

[1]Gustavo Esteva, “Development”, The Development Dictionary: A Guide to Knowledge as Power içinde: Ed. Wolfgang Sachs, Zed Books, 1992, Türkçe baskısı: Kalkınma Sözlüğü, çeviren Oktay Etiman, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara: 2007.

[2] Aktaran Gustavo Esteva, “Development”, age.

[3]Gustavo Esteva, “Development”, The Development Dictionary: A Guide to Knowledge as Power içinde: Ed. Wolfgang Sachs, Zed Books, 1992. alıntı: Wolfgang Sachs, “The Archaeology of Development Idea”, Vol.23, no.4, Autumn 1990.

[4] Harry S. Truman, başkanlık görevine başlarken yaptığı konuşma, 20 Ocak 1949, Document on American Foreign Relations, Connecticut: Princeton University Press, 1967. Aktaran Gusteva Esteva, age.

[5] Gustavo Esteva, age.

[7]Fikret Başkaya, “Kalkınma: Bir Efsanenin Sonu”, Özgür Üniversite Forumu, Sayı 19, Sürdürülebilemez Kalkınma, Temmuz-Eylül, 2002, s 7-26.

[8] Gustavo Esteva, age.

[9]DH. Meadows, et al. The Limits to Growth. Universe Books, New York: March, 1972.

[10]Wolfgang Sachs, “Environment”, The Development Dictionary: A Guide to Knowledge as Power içinde: Ed. Wolfgang Sachs, Zed Books, 1992, Türkçe baskısı: Kalkınma Sözlüğü, çeviren Oktay Etiman, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara: 2007.

[11]Harry Cleaver, “Doğa, Neoliberalizm ve Sürdürülebilir Kalkınma: Charybdıs ve Scylla Arasında”, Özgür Üniversite Forumu, Sayı 19, Sürdürülebilemez Kalkınma, Temmuz-Eylül, 2002, s 54-72

[12] Harry Cleaver, age, s 57.

[13]Ortak Geleceğimiz, s 63.

[14]Ortak Geleceğimiz, s 68.

[15]Ortak Geleceğimiz, s 30.

[16] Ortak Geleceğimiz, s 69.

[17]Rio+20:İstediğimiz Gelecekten İhtiyaç Duyduğumuz Geleceğe, Rio+20 Sonuçları Hakkında Women’s Major Group’un Açıklaması, 24 Haziran 2012, http://bianet.org/files/doc_files/000/000/622/original/Rio20-_WMG_Sonuc%CC%A7_Bildirgesi.pdf

[18] Nuran Talu, Sürdürülebilir kalkınma ve Türkiye’nin çevre politikaları, Sivil Toplum, 5(20), 2007, s 109-120.

[19] DPT, Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı (1990-1994). Ankara

[20] DPT, Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005). Ankara

[21] 59.Hükümet Programı, 19 Mart 2002. http://www.belgenet.com/hukumet/program/59-1.html

[22] 60.Hükümet Programı Eylem Planı, 10 Ocak 2008. http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/ep2008.pdf

[23] DPT, Dokuzuncu Kalkına Planı (2007-2013). http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan9.pdf

[24] Nesrin Algan, Ayşe Kaya Dülger, Türkiye’nin Çevre Konusunda Verdiği Sözler, TÜBA, Ankara, 2005.

[25]Bülent Duru, “Modern Muhafazakârlık ve Liberal Politikalar Arasında Doğal Varlıklar: AKP’nin Çevre Politikalarına Bir Bakış”, AKP Kitabı-Bir dönüşümün bilançosu, içinde. Der: İlhan Uzgel, Bülent Duru, Ankara: Phoenix, 2010.

[26] Yücel Çağlar, “AKP Döneminde Ormancılık Düzeninde Dönüşüm”, AKP Kitabı-Bir dönüşümün bilançosu, içinde. Der: İlhan Uzgel, Bülent Duru, Ankara: Phoenix, 2010.

[27]4999 Sayılı Orman Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, RG 18.11.2003, S.25321.

[28] Yücel Çağlar, age

[29] 5192 Orman Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, RG 03.07.2004, S.25511.

[30] Yücel Çağlar, age

[31] Yücel Çağlar, age

[32]Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu, RG 03.07.2005, Kanun no:5403.

[33]5177 Sayılı Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik yapılmasına İlişkin Kanun, Resmi Gazete 05.06.2004,

sayı: 25843.

[34]5178 sayılı Mera Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, Resmi Gazete, 08.06.2004, Sayı : 25486

[35] Arif Ali CANGI, “Çevre Politikaları, politikanın Ürettiği Hukuk”, 7.Ulusal Çevre Mühendisliği Kongresi’ndeki sunumu, 24-27 Ekim 2007, İzmir.

[36] Emre Baturay Altınok, “Maden Yasası Nereye?”, Kolektif, Nisan 2010, sayı 4, s.16-17.

[37]5995 sayılı Maden Kanununda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Resmi Gazete, 10.06.2010, Sayı : 27621

[38] Maden Kanunundaki değişikliklerin bir analizi için, bakınız, Emre Baturay Altınok, “e) Hepsi”, Kolektif, Temmuz 2010, sayı: 6, s 14-15.

[39]5491 sayılı Çevre Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Resmi Gazete 13 Mayıs 2006, Sayı. 26167

[40]2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Kanunu, Resmi Gazete 13 Temmuz 1982, Sayı. 17753

[41] 5710 sayılı Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun, Resmi Gazete, 21 kasım 2007, Sayı. 26707

[42] Arif Ali CANGI, “Çevre Politikaları, Politikanın Ürettiği Hukuk”, 7.Ulusal Çevre Mühendisliği Kongresi’ndeki sunumu, 24-27 Ekim 2007, İzmir.

[43]Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği, Resmi Gazete16 Aralık 2003, Sayı. 25318

[44]Bülent Duru, age

[45] Bianet, 23 Mart 2011, http://bianet.org/bianet/toplum/128802-tasari-dogayi-metalastirip-sermayeye-aciyor

[46] Şadi İdem, “Biyoçeşitliliği” korumak mı? Totalitarizme giden “çevre” yolu mu?. Bianet-09 Kasım 2010, http://www.bianet.org/bianet/toplum/125968-biyocesitliligi-korumak-mi-totalitarizme-giden-cevre-yolu-mu

[47] http://iklim.cob.gov.tr/iklim/AnaSayfa/resimliHaber/10-10-27/%C4%B0klim_De%C4%9Fi%C5%9Fikli%C4%9Fi_Koordinasyon_Kurulu_Toplant%C4%B1s%C4%B1.aspx?sflang=tr

[48] http://www.TEİAŞ.gov.tr/istatistik2009/index.htm

[49] Yenilenebilir Enerji Geleceği ve Türkiye Raporu, WWF- Türkiye 2011

[50] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=10829

[51] TEİAŞ 2011 - 2015 Dönemi Stratejik Planı. http://www.teias.gov.tr/Dosyalar/TEIAS_Strtj_2011.pdf

[52] http://germanwatch.org/klima/ccpi12tm.pdf

[53] http://germanwatch.org/en/download/2193.pdf

[54] Pelin Cengiz, “İklim değişikliği büyüme azmimizi engelleyemez!”, Radikal Gazetesi , 11.12.2011.

[55] Türkiye’nin iklim politikasını ele alan bir değerlendirme için bakınız. Mehmet Yusufoğlu, “İklim krizinde çözümsüzlük ve Türkiye’nin aktif iklim karşıtlığı”, http://bianet.org/biamag/cevre/134490-iklim-krizinde-cozumsuzluk-ve-turkiyenin-aktif-iklim-karsitligi

[56] http://www.gdoyahayir.net/

[57]Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik, 26 Ekim 2009, Resmi Gazete, sayı 27388.

[58]GDO ve Biyogüvenlikle ilgili karşılaştırmalı mevzuat bilgileriyle birlikte verilen yargı kararları hakkında daha fazla ve kapsamlı bilgi için bakınız. Görünmez Elin Ekolojisi-Biyogüvenlik ve GDO, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ve Ekoloji Kolektifi ortak basımı.

[59] GDO’ya Hayır Platformu 8. Eşgüdüm Kurulu Sonuç Bildirgesi, Kolektif, Şubat 2011, sayı 8, s.32-33.

[60] Bayer firmasına ait A2704-12, Monsanto firmasına ait MON40-3-2 ve MON 89788 isimli herbisit tolerans geni taşıyan soya fasulyesi ve ürünlerini…

[61] Sözü geçen ürünlerin isimleri şöyle: Bt11, DAS1507, DAS59122, DAS1507xNK603, NK603, NK603xMON810, GA21, MON89034, MON89034xNK603, Bt11xGA21, 59122x1507xNK603, 1507×59122 ve MON88017xMON810

[62] Barış Gencer Baykan, “Türkiye’nin GDO kronolojisi”, Yeşil Gazete, 18.08.2012. http://www.yesilgazete.org/blog/2012/08/18/turkiyenin-gdo-kronolojisi/

[63] TMMOB HES Raporu-2011. http://www.tmmob.org.tr/resimler/ekler/682384b57999789_ek.pdf

[64] TMMOB HES Raporu-2011.

[65] Yenilenebilir Enerji Geleceği ve Türkiye Raporu, WWF Türkiye, 2011.

[66]Dam construction in Turkey and its impact on economic, cultural and social rights, Submission to the UN Committee on Economic, Social and Cultural Rightsfor its 46th Session, 2 – 20 May 2011. http://www2.ohchr.org/english/bodies/cescr/docs/ngos/JointReport_Turkey46.pdf

[67]Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmeliği, 21 Temmuz 2011 Resmi Gazete, Sayı : 28001

[68]Çevre ve Ekoloji Hareketi Avukatlarından (ÇEDAV) Avukat Cömert Uygar Erdem ve Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan’ın değerlendirmeleri için bakınız. “HES’ler için savaş hukuku yetkisi”, Bianet. 3 Ağustos 2012. http://bianet.org/bianet/cevre/140117-hesler-icin-savas-hukuku-yetkisi

[69] 8 Eylül 2012 tarihli Resmi Gazete, sayı. 28405

[70] http://www.enerji.gov.tr/yayinlar_raporlar/ETKB_2010_2014_Stratejik_Plani.pdf

[71]Özgür Gürbüz, “Başbakan nükleer enerji çalışmalı”, Radikal iki, 31 Ağustos 2008.

[72] Yenilenebilir enerji gerçeği ve Türkiye raporu, WWF Türkiye 2011.

[73] http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/litvanya-nukleere-hayir-dedi-161012/

[74] http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/turkiyenin-yuzde-64u-nukleere-hayir-diyor-290411/

[75] http://www.cmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=85371&tipi=78&sube=0

[76] Şadi idem, “Hayır! Nükleer enerji bir alternatif değildir?”, EBTO Bülten, 2000. http://www.ekoloji.org/index.php?option=content&task=view&id=62&catid=42&Itemid=53

[77] Özgür Gürbüz, “Yaklaşanı yakıyor!”, Yeni Aktüel, 25 Eylül-01 Ekim 2008. www.ozgurgurbuz.com

[78] http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-enerji-stratejisi.tr.mfa

[79] http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/basbakan-nukleerin-risklerini-kucumsemeye-devam-ediyor-010612/

[80] http://www.youtube.com/watch?v=WpQp0nvJtqI

[81] Bu bağlamda daha detaylı bilgi için bakınız. 636, 644, 645, 646 ve 648 sayılı KHK’ler.

[82] Sözü edilen dönemde çıkarılan KHK’ler hakkında derli toplu bir çalışma için bakınız. “AKP’nin KHK’leri ve TMOBB”, Kasım 2011. http://www.tmmob.org.tr/resimler/ekler/f54b94aa26abd6d_ek.pdf

[83] Bülent Duru, age.

[84] http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/457078.asp

[85] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16809673.asp

[86] http://www.evrensel.net/v2/haber.php?haber_id=81620

[87]Kolektif, Nisan 2011, sayı 9, s.6

[88] Radikal Gazetesi, 11.08.2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1096881&CategoryID=77

[89] Cömert Uygar Erdem, “Özelleştirilen şiddet tekeline karşı meşru müdafaa hakkı”, Kolektif, Ağustos 2012, sayı 14, s 13-14

GDO’ya hayır platformu, http://www.gdoyahayir.net/ , Nükleer Karşıtı Platform (NKP), http://www.nukleerkarsitiplatform.org/index.html gibi…