Yazar: Erol Malçok


Dünyadaki canlı yaşamın bütünü artık insanın yapıp ettiklerini kaldıramaz hale geldi. Doğa tarihine baktığımızda, insanın doğaya müdahalesi ve tahribat yaratması hep var olan bir olguydu. Ancak geçmiş çağlarda doğa bu tahribatı ve tüketimi telafi edebiliyordu, çünkü yaratılan tahribat da gene doğal araç ve yöntemlerle gerçekleşiyordu; üstelik dünyanın büyüklüğü ve nüfusun azlığı düşünüldüğünde tahribat küçük ölçekli kalıyordu. Günümüzde ise bambaşka bir manzarayla karşı karşıyayız. Sanayi devriminden bu yana geçen yıllarda ve özellikle yaşadığımız çağda, doğa tahribatı neredeyse tümüyle nitelik değiştirdi denebilir. Toprağı, havayı ve suyu zehirleyen, bunların kendini yenilemesini zorlaştıran ve kimi zaman imkânsızlaştıran, teknolojik gelişmelere dayalı kimyasal bazlı büyük bir kirlilik, dünya çapında devasa boyutlarda tüketimle birleştiğinde, ekolojik kriz dediğimiz ağır bir manzara çıkıyor ortaya. Bu manzara karşısında irkilen ve dehşete düşen insanlar ise ekolojik mücadele hamlesiyle karşı durmaya çalışıyorlar. Dünya genelinde faklı bakış açıları ve yöntemlerle devam eden ekolojik mücadelenin ya da ekolojik duyarlılığın kökleri uzun zaman öncesine dayanıyor. Söz konusu olan, Charles Fourier'den Murray Bookchin'e, oradan günümüz ekoloji hareketine uzanan bir fikirler ve mücadeleler tarihidir.

 “Doğanın Düşmanı” 1

Sivil toplum kuruluşu Karbon Bildirim Projesi tarafından hazırlanan Carbon Majors Report'a göre, 1988 yılından bu yana gerçekleşen karbon gazı salınımının yüzde 71'i sadece 100 şirket tarafından gerçekleştirildi. Bu tablo bize doğanın düşmanının tek tek bireyler değil, üretim ve tüketim piyasasını belirleyen büyük şirketler aracılığıyla kapitalist sistemin kendisinin olduğunu net bir şekilde gösteriyor. Bireyler tüketim toplumunun aktif birer parçası olmasa, şirketler bütün bunları yapabilir miydi diye düşünebiliriz. Evet, belki de yapamazdı. Onun içindir ki şirket devlettir, devletlerdir. Antonio Negri ve Michael Hardt’ın İmparatorluk kitabında ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu gibi sermaye, ulusal sınırları tanımayan akışkan bir imparatorluktur artık. Ve tüm devletlerin ideolojik aygıtları, kitleleri kapitalizmin çıkarları doğrultusunda manipüle etmek için çalışır. Örneğin; yapımı ölümcül bir hata olan Mersin Akkuyu ve Sinop nükleer santralları Nobel ödüllü fizikçi Aziz Sancar, reklamlarda oynatılarak kabul edilebilir olarak gösterilmeye çalışılır. Biz nükleerin zararlı olup olmadığını Nobel ödüllü fizikçiden daha mı iyi bileceğiz algısı oluşturulmaya çalışılır böylece.

Ekolojinin tarihçesinden bahsedecekken bu güncel politik girişi neden yaptık? Çünkü sorun çok büyük ve dünya ölçeğinde bir sorun. Yani bizlerin duyarlı bireyler olarak geliştirebileceğimiz tutumlarla çözülemez nitelikte. Biz kendi öz saygımızı korumak ve gelecek toplum refleksi oluşturmak açısından elbette tüketimimize ve yaşam tarzımıza çok dikkat edeceğiz ama bunun yeterli olmadığını bilerek. Karşımızda insanların attığı her adımı takip edip, ona göre yeni tüketim biçimleri sunan ve bireyin rızasını almak için her yola başvuran bir sistem var. Bu nedenledir ki ihtiyaç kavramını yeniden tanımlayıp, bireysel karşı duruşlarımızı toplumsallaştırmak çok önemli. Kamusal alanın etik-estetik bütünlüğünü ve doğayla uyumluluğunu gözeten, haysiyet sahibi, gerçek anlamda bireyler hızla çoğalmak zorunda. Hepimizin bildiği ama karşısında akıl tutulmasına uğramış gibi kalakaldığımız doğa tahribatının boyutlarını uzun uzadıya anlatmayıp yeri geldikçe değineceğiz. Daha çok, sorunun toplumsal organizasyon sorunu olduğunu yüzyıllar öncesinden görüp günümüze kadar uyarıcılığını sürdüren filozofların toplumsal ekoloji bağlamında düşüncelerini ele alacağız.

 

Charles Fourier ve Ütopyası

Toplumsal Ekoloji kavramını ilk kullanan ve enstitüsünü kuran kişinin Murray Bookchin olmasına rağmen kökleri Fourier üzerinden 18.yüzyıla kadar uzanmaktadır. Fourier, insanın köleliği, ekolojik tahribat ve nüfus yoğunluğu sorunlarını çok erken fark etmişti. Fransa’da sanayileşme yeni yeni başlarken o, endüstriyalizmden nefret ederek en kapsamlı ve ciddi kapitalizm eleştirisini yapacaktı. Fourier, ekonomik ve sosyal sömürünün, hiyerarşik ilişkilerin, doğa tahribatıyla bağını ilk ortaya koyan filozoftur diyebiliriz. Fourier, kapitalizmin insanlara dayattığı sınıfsal ayrıma dayalı, ikiyüzlü, bürokratik kokuşmuşluk dolu yaşam karşısında özgür bireylerden oluşan komün hayatını savunuyordu. Falanster ismini verdiği komünün olmazsa olmazlarını sıralamak Fourier’i ve ekolojik krize çözüm önerilerini anlamamızda büyük katkı sağlayacaktır. Fourierist komünlerde:

Çalışmak zorunlu değil gönüllülük esasına dayalıdır. Hiç kimse bir alanın uzmanı değildir. İkişer saat dönüşümlü olarak herkes her işte çalışır ve böylece çalışmak sıkıcılıktan çıkıp eğlenceli bir hal alır. Çalışmanın keyifli hale gelmesi için “çekici emek” kavramını kullanır Fourier. Topluluğun ihtiyacı sağlanacak kadar çalışıldıktan sonra oyun, sanat ve eğlenceye büyük bir zaman kalır.

Çocukların eğitim alanları ve insanların yaşam alanları Falanster mimariye göre tasarlanarak güneşten mümkün olan en yüksek düzeyde faydalanılır. Mekânların aydınlığı, doğayla içiçeliği ve uyumu esas alınır. Falanster mimari sonradan Fransa’nın kimi bölgelerinde kullanılmıştır.Ortak üretilen yiyecekler az enerji kullanmak amacıyla büyük mutfaklarda pişirilir. Hep beraber büyük yemekhanelerde yenilir. Çamaşırlar tek bir yerde toplanıp yıkanması sağlanır. Fourier’nin bu hassasiyetleri Çernişevski’nin iki ciltlik romanı Nasıl Yapmalı’da ayrıntılı olarak yer almıştır.

Çocukların bakımından sadece anne-babası değil komünün tüm bireyleri sorumludur. Bu bakış açısı çocukların aileler tarafından mülkiyet gibi görülmesinin önüne geçilmesinde önemli işlev görmüştür. Kapitalist toplumda eğitim, “yaramaz” çocukların hizaya getirilip, yetişkinlerin ikiyüzlü ahlak kurallarının benimsetilmesine indirgenerek, sektörlere işçi yetiştirilmesine dönüştürülmüştür. Fourier, “insanların daha çocukluktan itibaren yaşamlarının toplumsal kurallarla baskı altına alınıp, özgürlüklerinin, cinselliklerinin kısıtlanması, kendini baskılama ve içe atma yoluyla değişik psikolojik sorunlara yol açar” diyerek Freud’e de öncülük etmiştir. O, kapitalizmi insanlar üzerinde engellemeler oluşturmak yoluyla uyumsuzluk üretmekle suçlar. Oysa asıl uyum, insanların tutkularını özgürce yaşayabileceği, değişik kişilik ve özelliklerin zenginlik olarak görüldüğü bir toplumda yaşanacaktır. Kapitalist eğitim anlayışının ıslah edilmesi gerektiğini düşündüğü “obur, tartışmacı, uyanık, dik başlı, meraklı, ele avuca sığmaz, hayalci çocuk, olabilecek en mükemmel çocuktur.” Falansterler, bütçesinin önemli bir tutarını çocukları çok yönlü yetiştirmek, zevklerini, tutkularını, merak ve ihtiyaçlarını geliştirmek için harcar.

Fourier’ye göre; aile, kapitalizmin insanlara dayattığı tek eşli bir esaret, ikiyüzlülüğün kanıtı ve yasallaştırılmış fuhuştur. Cinsellik belli kurallara hapsedilmiş, heteroseksüellik meşru ilişki sayılırken diğer ilişki biçimleri dışlanmıştır. Aile ve cinsellik tek düzeliğin hüküm sürdüğü bir düzene tabi kılınmıştır. Kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olmaması da bu zihniyetin bir sonucudur. Öyle ki anarşist filozoflardan Proudhon, genç yaşlarında Fourier’nin düşünceleriyle tanıştığında, onun cinsellikle ilgili düşüncelerini aykırı bulup dönemin valisine şikayet etmiştir.

Üretimin adil paylaşımından dolayı kimse yemek ve barınma sorunu yaşamaz. Özgürlükçü toplumda çalışma süresinin çok kısa olması, karşılıklı yardımlaşmanın yüksekliği, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk yaşamaması ve doğayla uyumlu yaşam, hastalıkları önleyici bir sağlık işlevi de görecektir.

Fourierist komünler dünyanın birçok yerine yayılmış etkisi o öldükten sonra da devam etmiş ve bazı komünler çok uzun süreler yaşamayı başarmıştır. Fourier, akademik kariyeri olmaması sebebiyle gölgede kalmış fakat etkisi engellenememiştir. Yaptığı sosyolojik ve ekolojik çalışmalar önemli bir sosyolog olmayı fazlasıyla hak eder niteliktedir. Marx’ın Komünist Manifesto’su ve Alman İdeolojisi’nde çok fazlaca Fourier etkisi görülürken, 1871 yılının 72 gün süren Paris Komünü’nde binlerce Fourierist işçi yer almıştır. Paris Komünü’nde öne çıkan otonom yapıyı düşündüğümüzde bu oldukça önemlidir. Ekoloji, otonomi ve vejetaryenliğe özel bir vurgu yapan komün öncülerinden Élisée Reclüs de bu iklimin ürünü olsa gerektir.

1970’li yıllardan itibaren birçok özgürlükçü sosyalistte doğrudan ya da dolaylı olarak Fourier etkileri görülür. Bunların en başında Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün kurucusu Murray Bookchin gelir. Bookchin, kitaplarında her fırsatta Fourier’ye olan sevgisini ortaya koyar. Ursula K.Le Guin, David Harvey, Joel Kovel, Antonio Negri, Zapatista hareketinden Marcos, İvan İllich, Rehe Scherer, Pascal Brucner, John Updike, İtalo Calvino, Andre Breton, Roland Bartes gibi daha birçok düşünür ve edebiyatçı Fourier’den etkilenenler arasındadır. Dostoyevski’nin de Fourerist bir örgüte üye olup köylüleri Çar’a karşı ayaklanmaya teşvik ettiği için idama mahkûm edildiğini de söylemeden geçmeyelim. Yazarlar ve sanatçılar üzerindeki Fourier etkisi, toplumsal ekoloji düşüncesinin yayılması açısından çok güzel sonuçlar vermiştir.

 

Ütopya’dan Gerçeğe: Elisee Reclus

1830-1905 yılları arasında yaşamış olan Reclus’yü ve düşüncelerini, öne çıkan bir özelliğiyle anlatmak çok zor. Çünkü o, sosyal coğrafyadan köylülüğe, kadın haklarına, ekonomik adaletsizliğe, ırkçılığa, çocuk haklarına, ekolojiye, estetik ve sanatın toplumsal işlevine, tüketim kültürüne, anarşizme kadar her konuda hem kalem oynatmış hem de yaşamıyla pratik tutumunu ortaya koymuş bir filozoftur. Reclus, bu holistik bakış açısıyla toplumsal ekolojinin kurucusu Murray Bookchin’i öncellerken, Paris Komünü üzerinde büyük bir fikirsel etkisi olan Charles Fourier’in takipçisi olduğunu da göstermiştir.

Reclus, özne olarak insana klasik batı hümanizminden çok farklı bir anlam ve sorumluluk yükler. Onun öznesi, evrensel ve doğanın ne altında ne üstünde olup tam tersine doğayla içiçe, uyumlu olarak kendi öz-gerçekleştirmesinin2 özgürleştiriciliğiyle, ütopyasının taşıyıcısı bir öznedir. Reclus, toplumun ve dayanışmanın, özgürlük ve bireyleşmekten asla ayrı düşünülemeyeceğini savunarak, bireyin tahakküme karşı duruşunu önemli bir yere koyar. Onun tahakküm karşıtı tavrı, yalnız insanlar için değil, başka varlıklar ve hatta tüm doğa için geçerlidir. Bu nedenle de etik kaygılarla hayatının sonuna kadar vejetaryen olarak yaşamıştır.

 
Reclus’yü, diğer filozoflardan ayıran en önemli özelliği, insan merkezli bakış açısını eleştirip yeryüzü merkezli bir bakış açısı geliştirmiş olmasıdır. Günümüzün de en büyük problemlerinden birisi olan insanmerkezcilik, hayvan ve doğa katliamında sınır tanımayarak yeryüzünü yaşanmaz bir hale getirmek üzere. Ona göre güzel bir yaşam doğanın merkez alındığı etik ve estetik bir kaygıyla sağlanabilir ancak. Reclus Bir Dağın Öyküsü’nde şöyle der; “ Her halk, deyim yerindeyse, çevresindeki doğayı yeniden giydirir. Tarlalarıyla, yollarıyla, konutları ve her türlü inşaatla, ağaçları konumlandırması ve genel manzarayı düzenlemesiyle halk, kendi ideallerinin karakterini açığa vurur. Halk gerçekten bir güzellik duygusu taşıyorsa, doğayı daha da güzelleştirecektir. Öte yandan, eğer insanlığın büyük bölümü günümüzdeki gibi hoyrat, bencil ve sığ bir yaşam sürdürmeye devam ederse, sefil izlerini yeryüzüne bırakması kaçınılmazdır. Böylece, şairin umarsız çığlığı gerçeğe dönüşür. “Nereye kaçabilirim ki? Doğanın kendisi iğrençleşti.”3

Reclus, sevgiyle bağlandığı insan, hayvan ve doğanın uyumlu birlikteliği için ütopyası gereğince hiç ödün vermeden sonuna kadar savaştı. İnsanın ekolojik – özgür bir toplum kurabilmesinin ön koşulunun kendi benliğini dönüştürüp özgür, dayanışmacı birey olarak varlığını gerçekleştirmesi olduğunu vurguladı. Paris Komünü’nün öncülerinden olan Reclus, ütopyası komün aracılığıyla gerçekleşmeye başladığında bile en sert ve yakıcı eleştirileri yine kendisi gerçekleştirdi. Ona göre komün, Paris aracılığıyla tüm Fransa’ya hâkim olma ve hükümetleşmeye giderek, devlet refleksiyle hareket etmeye kalktığında, kaybetmeye de başlamıştı. Oysa komünün gerçek gücü, hiyerarşik olmayışında ve tabana yayılmasındaydı. Her bölgeye yayılmış komünler olmalı ve insiyatif almalıydılar. Köylülerle de yeterli bağ kurulamamıştı. Yani gelecek toplumun kurucu öğesi özgür bireylerin evrimsel süreci yeterli boyutlara ulaşmamıştı.

Fakat bütün bunlar Paris Komünü’nün tarihsel önemini hiç azaltmaz. Çünkü hiyerarşik olmayan bir örgütlenmenin yani komünün, iktidarı devirebileceğinin tarihteki ilk örneğidir. 1871’de gerçekleşen isyanın sonucunda komünarlar 72 gün boyunca Paris’i elinde tutmayı başardı. Bu 72 günde bile mülkiyetin ortaklaşması, sanatın toplumsallaşması, ekoloji, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları ve daha birçok konuda inanılmaz bir gelişme göstermiştir komün. Daha da önemlisi bizlerin üzerinde yeşereceği büyük bir teorik miras bırakmıştır. Örneğin; Karl Marx, bazı tezlerini komünden sonra yeniden gözden geçirmiştir.

 Reclus, komün yenildikten sonra on yıl kadar cezaevinde kalıp, bir yolunu bularak Belçika’ya kaçar. Belçika’daki yaşamının ardından ABD’ye geçen Reclus, orada gördüğü büyük hayvan çiftlikleri üzerinden kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribatı inceler. Bu anlamıyla et-süt-yumurta endüstrisinin ilk eleştirel örneklerini verenlerden birisi olmuştur. Ayrıca ona göre; büyük toprak sahipleri, işçileri teknik anlamda çok iyi iş yapacak şekilde yetiştirebilirler ve fakat onların sosyalitesini en düşük seviyede tutarak sadece bir tebaa olarak hareket etmelerini sağlarlar. Reclus böylece sosyoloji ve ekolojinin birbiriyle olan bağını da vurgulamış olur. Kristin Ross’un Paris Komünü üzerine yaptığı Ortak Lüks4 isimli müthiş çalışmasından öğreniyoruz ki: Reclus kırsala gittiğinde o büyük arazilere bakıp oradaki yaşanmışlıkları gözünde canlandırarak, “keşke buraların asıl yaşayanı köylüler de bunu fark edebilseydi, asıl sağlamamız gereken köylünün toprakla kuracağı entelektüel ilişkidir”, diye iç geçirmiştir.

Reclus, estetik ve tüketim ilişkisi üzerine yazdığı makalelerde; estetiğin kapitalistlerin elinde gerçek anlamından uzaklaştırılıp bireyde tüketme arzusu yaratmak için kullanıldığını ortaya koyar. Nesnenin işlevinin önemli olması gerekirken, modern dünyada görüntü her şeydir artık. Reclus, bu çalışmalarında kapitalizmin, tüketim toplumunun mantığının nerelere uzanabileceğini şaşırtıcı bir kesinlikle analiz eder. Örneğin, tüketim ve moda eleştirisi yaptığı bir makalesinde giysinin tamamen işlevsel olması gerektiğini öne sürerek o zamanki giyim hareketine ilham kaynağı olmuştur. Çünkü insanlar özellikle de kadınlar daracık ve sıkıştırılmış giysilere hapsolmuştu. Moda kültürüne meydan okuyan bu yaklaşım, gereksiz tüketimin önüne geçerek doğayla da daha barışıktır. Reclus, seyahat anılarında Polinezyalıları, deli gibi sağa sola koşturan misyonerlerin arasında, çıplaklıklarıyla “dünyanın en güzel insanları” olarak betimler.

 Kapitalizm, doğayı da metalaştırarak sermayedarlar için bir kazanç kapısına dönüştürmekte hiç tereddüt etmez. “İster kaya, mağara, şelale ya da buzul olsun, her doğa harikası -bir sesin yankıları da dâhil olmak üzere- her şey özel mülkiyete geçebilir. Girişimciler şelaleleri kiralar, bedavacıların coşkun suları izlememesi için, etrafına tahta duvar çekerler.”5

Reclus Fransa’da bulunduğu yıllarda ırkçılığı; dar kafalılık ve toplumları birbirine düşürmenin en iğrenç yollarından birisi olarak görüp şiddetle eleştirmiştir. Kendisi, yerli Fanny L’Herminez’le mutlu ve saygın bir ilişki yürüterek hem ırkçılığa hem de patriarkaya karşı pratik tutum almayı başarmıştır. Amerika’da yaşadığı kölelik sonrası ırkçılık döneminde ise Amerikalı muhalifler ve reformcular henüz ırkçılığa karşı durmazken o, açık bir tutum almıştır.

Reclus, doğa, birey ve toplum ilişkileri açısından olmaması gereken şeyleri eleştirel bir gözle ortaya koyarken olması gerekenleri de bizatihi kendi yaşamıyla göstermiştir. İnsanın doğaya hükmetmesi gerektiği şeklindeki modernist Avrupamerkezci bakış açısını kökten reddetmiş ve insanın doğanın karşısında değil içinde olması gerektiğini savunmuştur. Bu yaklaşım, insan yaşamının ekolojik boyutuna sunulan en büyük katkıdır. Bunun tamamlayıcı öğesi ise yaptığı binlerce sayfalık sosyal coğrafya çalışmalarıdır. Bu çalışmaları onu sosyal coğrafyanın kurucu isimlerinden biri haline getirmiştir. Birbirini bütünleyen teori ve çalışmalarındaki zenginlik, Reclus’yü, eko-anarşizmin Kropotkin’den de önceki kurucuları arasına sokmuştur.

 

Kropotkin ve Karşılıklı Yardımlaşma

Kropotkin, 1870’lerin başında son birkaç yılını tamamen coğrafya çalışmalarıyla Rusya’da geçiren genç bir coğrafyacıyken, 1871 Paris Komünü patlak verir. Komünün etkisiyle işçi hareketi ve anarşizmle tanışan Kropotkin, Rus İmparatorluğu Coğrafya Topluluğu Sekreterliği görevini reddedip, 1872’de İsviçre’ye giderek enternasyonal çalışmalara katılır. Reclus’nün düşünceleri, sonradan eko anarşizmin en önemli temsilcisi haline gelecek olan genç Kropotkin’e yön verir. Kropotkin, hızla teorik birikimini arttırarak birçok dergide yazmaya başlar. Sonradan Kropotkin’in Ekmeğin Fethi kitabına ismini veren de Reclus olacaktır.

 Kropotkin, insanın hırsları, arzuları ve hatta hükmetme hevesini kabul etmekle beraber bunun iyi bir toplumsal organizasyonla yani tek tek insanlara, çıkarlarının toplumun çıkarlarına bağlı olduğunu anlatarak üstesinden gelinebileceğini söyler. Bireyin çıkarı toplumun çıkarının karşısında değil onunla birliktedir. Karşılıklı yardımlaşma hem bireyin hem de toplumun özgür birlikteliği için üzerinde önemle durulması gereken bir kavramdır. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşma ilkesiyle kendi içerisinde iyi ilişkiler kuran bir toplum tahayyül etmez yalnızca. Bireyin ve toplumun doğayla kurduğu ilişkiyi de merkeze koyar. Ona göre: doğadaki ilişkilerin renkliliği ve bir aradalığı, her canlının bir başka canlının hayatına etkide bulunması, birbirinden beslenmesi, doğayla uyumlu yaşamaya çalışan insanın da yaşamını etkiler. İlksel insan toplulukları, insanların farklarını bir renk olarak görür ve bunu toplumun avantajına dönüştürerek ahenkli bir yaşam örgütlerdi. Ne var ki Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşmayı doğa yasası olarak görmesi Umberto Eco’nun deyimiyle bir “aşırı yorum” dur diyebiliriz. Kropotkin’in yaşadığı dönemin psikolojik atmosferini düşündüğümüzde; biyoloji biliminin gözde olması ve onun üzerinden ispatlamalara gidilmesini anlayabiliyoruz. Fakat insan doğasında iyilik, kötülük, şiddet, karşılıklı yardımlaşma vardır ya da yoktur gibi determinist yaklaşımlar bugün gelinen nokta itibariyle aşılmak zorundadır. Bu tek boyutlu bakış açısı bizi çıkmaz sokaklara sürükler. Biliyoruz ki; ilksel dönemlerden günümüze bu saydığımız ve saymadığımız başka özellikler insanda potansiyel olarak hep vardı. Ve değişik toplumsal örgütlenmelerde farklı boyutlarda ve farklı biçimlerde açığa çıktı. İlksel dönemlerde çatışmacı ya da barış halinde yaşayan topluluklar olduğu gibi, günümüzde de bu mümkündür. Yalnızca şunu söyleyebiliriz, ilksel dönemde karşılıklı yardımlaşmaya duyulan ihtiyaç hemen hemen bütün topluluklarda çatışmayı çok daha az ortaya çıkarıyordu.

 Kropotkin, evrim teorisine karşı çıkmamakla beraber Herbert Spencer’ın sosyal Darwinizm’ine karşı ciddi bir mücadele verir. Diyebiliriz ki: karşılıklı yardımlaşma bu hesaplaşmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Kropotkin, sosyal Darwinizm düşüncesinde insanların var olmak için birbiriyle sürekli mücadele ve çatışma halinde olduğu ve bunun bir “doğa kanunu” olduğu yönlü yaklaşıma karşı çıkıyordu. O, bu bakış açısının sürekli hiyerarşi ve ayrıcalık üreterek, liberal ekonomiyi kutsayacak bir bakış açısı olduğunu düşünüyordu. Sosyal yaşamı ve ekonomiyi böyle örgütlemek, insan ilişkilerinde tahakküm yaratacağı gibi insan doğa ve hayvan ilişkilerinde de insan “lehine” inanılmaz bir dengesizlik yaratacaktır. Güçlü olanın en üstte olduğu ve daha çok şeye sahip olma hakkını kendinde gördüğü bir toplumun bir süre sonra doğayla olan ilişkisi sürdürülemez hale gelecektir. Bugünkü ekolojik yıkımın sebebinin kökeninde bu ve benzeri bakış açılarının ürettiği sonuçlar yatar. Gelinen noktada neoliberalizm hem ekonomik hem de ekolojik bir çıkmaza tüm dünyayı sürüklemiş görünüyor. Doğanın Diyalektiği’nde Adorno ve Horkheimer modern batı toplumunun insanmerkezciliğini ve doğayı sadece hükmedilecek araçsal bir şey olarak gören modernist anlayışı çok güzel eleştirmişti. Deleuze ve Guattari de gerek teorik gerek eylemsel duruşlarıyla modernizmin ekosisteme olan zararı konusunda insanlığı uyaracaktı.

 Bütün bunlardan çıkaracağımız en önemli ve baş etmemiz gereken sorun, insanlığın kültürel evrimleşmesinin geldiği yerdir. Sosyolog Richard Senett, Beraber6 isimli kitabında; insanların ilksel zamanlarda büyük çoğunlukla nasıl karşılıklı yardımlaşma içerisinde yaşadıklarını, kültürel evrimleşmeyle giderek atomize olup bencil bireyler haline geldiklerini ve kamusal hayatın çöküşünü müthiş etkileyici bir dille anlatır.

 Doğa, coğrafya, hiyerarşi, toplumun yatay örgütlenmesi, ekoloji, ekonomi ve daha bir çok konuda Kropotkin, Reclus’ye benzer görüşlere sahip olduğu için bunlardan bu bölümde uzun uzadıya bahsetmeyip, Alexander Von Humbolt’un görüşlerine bir göz atacağız.

 

Doğanın Keşfinden Toplumsal Ekolojiye Zihinsel ve Pratik Bir Yolculuk: Alexander von Humboldt

Her insanın bir hayali ve hayatının merkezine koyduğu bir uğraşı vardır. Humbolt için bu: doğayı anlama, onun karşısında ya da üzerinde değil tamamıyla içerisinde olma arzusuydu. Bunun için de küçük yaşlarından beri eline ne geçse üzerinde çalışıyor, notlar alıyor ve hayvanların hareketlerini incelemek için onların peşine düşüyordu. Küçük yaşta, çok sevdiği babasını kaybeden Humboldt, kardeşiyle birlikte annesinin katı disiplini altında ve akademik başarıya odaklı büyütülmüştü. Annesinin bu ısrarının, kardeşinin tersine Humboldt üzerinde pek başarılı olduğu söylenemez. 1769’da Napolyon’la aynı yıl doğan Humboldt, genç yaşlarındayken 1789 Fransız Devrimi’nden çok etkilenir. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik ideallerinin tüm Avrupa’yı etkileyeceğine dair umut besler.

1794’te maden denetimi yaptığı işine kısa bir süre ara vererek Jena’da yaşayan kardeşi Wilhelm’e bir ziyarette bulunur. Jena Üniversitesi liberal tutumundan dolayı diğer tüm Alman devletlerine göre özgürlükçü bir ortama sahiptir. Bu ortam Humboldt’un, Jena Üniversitesi’nde çalışan Friedrich Schiller ve oraya çok yakın olan Weimar’da yaşayan Goethe ile tanışmasına vesile olur. Goethe, Humboldt’un doğaya olan merakından ve tutkulu kişiliğinden çok etkilenir. Humboldt ile Goethe’nin anatomi merakı onları sabahlara kadar kadavra üzerinde çalışmaya sevk eder. Goethe, bir süre sonra şunu söyleyecektir: “Humboldt ile sohbet etmek yüzlerce kitap okumaktan daha çok etkilidir.” O, genç Humboldt’un sohbetlerine katılabilmek için gittiği yerlerde adeta onu takip eder.

 Humboldt’un hep düşünü kurduğu Güney Amerika doğasını keşif yolculuğu, tüm zorluklarına rağmen, annesinin ölümünden sonra gerçekleşir. Zorluk; Humboldt’un hazır olup olmamasından çok, gidiş yolu üzerindeki savaş gemilerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Humboldt, bütün zorlukları göğüsleyerek arkadaşı Aime Bonpland ile 4 Kasım 1799’da Güney Amerika’ya varmayı başarır. Güney Amerika onun incelemeleri için büyük bir çeşitlilik sunmaktadır. Artık en büyük tutkusu doğayı keşfetmek, anlamak ve kaydetmek işi hızla hayata geçmektedir. Termometresiyle 50 dereceleri aşan yüksek sıcaklıkları kaydeder. Elektrikli yılan balıklarını gözlemler. Yüklendiği teknik aletleriyle And Dağları’nı geçerek daha önce hiçbir bilim insanının gitmediği yerlere ulaşır. Öyle ki 5700 metrelik Antisana Dağı’nın 5500 metresine yol arkadaşlarından Carlos Montufar’ın ölümden döndüğü bir tırmanış gerçekleştirir. Daha önce buralara gelmiş olan Fransalı bilim insanları, volkanik dağı incelemek için en fazla 4500 metreye çıkabilmişlerdir. Birçok dağa tırmanan Humboldt, döneminin en iyi dağcısı sayılırdı ama hayalindeki tırmanışı geçekleştireceği Chimborazo Dağı onun bile gözünü korkutuyordu. Ekibi ve soğuktan elle tutamaz hale geldiği aletleriyle 5917 metreye ulaşmayı başarır sonunda.

 Yağmur ormanlarındaki çeşitlilik, dağ tırmanışlarındaki bitkilerin muhteşem güzelliği, patlayan volkan gözlemleri ve en sonunda Chimborazo’dan döndüklerinde Humboldt’un zihninde müthiş bir fikir belirir. And Dağları’nın eteklerinde oturur ve “doğanın çizimi” anlamına gelebilecek Naturgemalde kavramını oluşturur. Ve bir taslak çizimi yapar. Bu çizim daha sonra yayınlanacak kitaplarında yer alacaktır. Kolay kolay başka dillere çevrilemeyen bu kavram özünde doğanın çeşitliliğindeki birliği simgeliyordu. Humboldt’a göre her nesne birbirini etkiliyor ve bir bütünün parçaları olarak işlev görüyordu. Resim, doğayı birbirine bağlı bir ağ olarak gösteriyordu. Bu bakış açısı doğa bilimi tarihinde bir ilktir ve bugün kullandığımız ekoloji kavramının temellerini oluşturur. Zira Humboldt kendi bakış açısını kısaca mikro kozmos olarak tanımlıyordu.

 Humboldt üç yıldan fazla zaman geçirdiği Latin Amerika’da İspanyolların egemenliği altında, yerlilerin acı çekmesine ve gözyaşlarına tanık olmuş ve çok üzülmüştü. Bunu daha sonra yazacağı Yeni İspanya Krallığı Üzerine Siyasi Bir Deneme kitabında dile getirecek ve İspanyol acımasızlığını sert bir dille eleştirecekti. Humboldt, gittiği yerlerde hiçbir zaman uğraşısını sadece kendi bilimsel alanıyla sınırlı tutmamış adeta bir sosyal coğrafyacı titizliğiyle gözlemler yapıp tavrını ortaya koymuştur. Bu tavır, onun toplumsal ekolojisinin temelini oluşturur. Örneğin; bitkibilime ilgisi vesilesiyle o zamanki ABD başkanı Thomas Jefferson ile tanıştığında onun yerel üretime ve küçük çiftçiye verdiği değeri görüp çok etkilenmiş fakat köle sahibi olmasını da başkanın arkadaşı aracılığıyla eleştirmiştir. Humboldt’a göre adalet ve özgürlük saraylardan ve az sayıda kişinin refahından çok daha önemlidir.

Humboldt, Amerika Kıtası boyunca, kereste elde etmek için ağaç kesimlerini ve ormanların yok oluşunu gördükçe yaptığı incelemelerde bunun nasıl sel felaketlerine ve doğal yıkımlara, iklim değişikliğine yol açacağını hep anlatmaya çalıştı. İnsan elindeki doğa yıkıcılığını, köleliği, gelir adaletsizliğini, etnik ayrımcılığı, özgürlükler sorununu, hayvanlara yapılan eziyetleri bir bütün olarak görebilen Humboldt, Fransız ütopyacı Charles Furier’den sonra sırasıyla Toplumsal Ekoloji’ye en önemli katkıyı yapan ikinci bilim insanı ve filozoftur diyebiliriz.

Amerika kıtasından insan, bitki ve hayvan yaşamı açısından bir bütün olarak elde ettiği gözlemleriyle Avrupa’ya dönen Humboldt, Fransa’da karşılaştığı Simon Bolivar’ı çok etkiler. Bolivar, İspanyol sömürgesi altındaki kendi kıtasını Humbolt’un çok daha iyi bilmesinden dolayı ona büyük bir saygı duyar ve neredeyse yazdığı her şeyi okur. Bu tanışıklık Bolivar’ın kendi ülkesine dönüp, İspanyollara karşı isyan başlatmasında çok büyük bir yer tutacaktır. Güney Amerika’nın özgürlük savaşı boyunca Humboldt ile Bolivar’ın bağı hiç kopmayacaktır.

 Güney Amerika’daki bulgularıyla, Hindistan’ı gözlemleyip ikisini kıyaslamak isteyen Humboldt, o zaman İngiltere işgali altında bulunan Hindistan’a bir türlü gidemez. Çünkü İngiletere, İspanyolların Güney Amerika’da yaptıklarını teşhir eden Humboldt’un kendilerinin Hintlilere yaptıklarını da yazacağından korkar. Humboldt o dönem Napolyon’dan sonra dünyada en çok tanınan insandır ve yazdığı şeyler çok dikkate alınmaktadır. Humboldt’un İngiltere’deki etkisi en çok Charles Darwin üzerinden gerçekleşir. Darwin, Cambridge’deki son yılında Humboldt’un Personal Narrative kitabını okuduğunda çok etkilenmişti. O artık Humboldt’un tüm kitaplarını neredeyse ezbere bilecek ve 27 Aralık 1831’de gemisi Beagle ile denize ilk açıldığında bu yolculuğu yapmasına sebep olan Personal Narrative kitabıyla birlikte, Humboldt’un yazdığı hemen herşeyi yanına alacaktı. Geminin kaptanı da böyle tembihlemişti zaten. Darwin, Humboldt’un ağ halinde birbirine bağlı doğa tezini daha da geliştirecek ve evrim teorisini oluşturacaktı. Hocası ve ilham kaynağı saydığı Humboldt’u ölmeden önce ziyaret etmeyi de ihmal etmedi.

Hindistan’a gitme ısrarından sonuç alamayan Humboldt, Rusya’ya bir gezi düzenleyerek sonuçlarını iki kitapta toplar. Burada en çok ormansızlaştırma, insan türünün iklime etkisi, insafsızca sulama ve endüstriyel merkezlerden salınan buhar ve gazların doğaya etkisini dile getiriyordu. Bu, o zamanlar için çok yeni ve kabul edilmesi zor bilgilerdi. Rus şair Puşkin, Humboldt için “ağzından büyüleyici konuşmalar dökülüyor” diyecekti onu tanıdığında.

 Humboldt’un, bilim insanları, yazarlar, şairler ve ressamlar üzerindeki etkisi 19 Mayıs 1859’daki ölümünden sonra da devam etti. Bunlardan birisi de Alman zoolog Ernst Haeckel idi. Haeckel sırasıyla Humboldt ve Darwin’den çok etkilenmişti. Haeckel, Humboldt’un karmaşık karşılıklı ilişkilerden oluşan birleşik bir bütün düşüncesini alıyor ve buna bir isim veriyordu. “Ekoloji” diyordu Haeckel. John Muir ise doğa korumacılığı üzerine kafa yoruyor ve ekoloji mücadelesini kamusal alana taşıyan ilk insan oluyordu. Nehirlerin, dağların, ormanların, olduğu gibi kalabilmesi için büyük çabalar gösteriyordu. “Dolara çevrilebilen hiçbir şey ne kadar korunursa korunsun güvende değildir” diyordu Muir.

 Humboldt’un en önemli özelliklerinden birisi: toplumsal, ekonomik ve politik konuların ekoloji ile ne kadar bağlantılı olduğunu erken dönemde ispatlamasıdır. En büyük başarısı ise bilimi erişilebilir ve popüler hale getirmek oldu. Herkes ondan bir şey öğreniyordu: çiftçiler, zanaatkarlar, öğrenciler, öğretmenler, sanatçılar, bilim insanları, müzisyenler, şairler, yazarlar ve siyasetçiler… Kuzey Amerika’da çok az tanınan Humboldt, Kozmos kitabını yazdıktan sonra orada da çok etkileyici bir kişilik olacaktı. En çok etkilenen kişiler arasında; Ralp Waldo Emerson, Edgar Allan Poe, Walt Whitman ve Henry David Thoreau yer alacaktı. Humboldt’un doğa görüşü ve şiirsel ifadeleri Thoreau’ya şiir ile bilimi birleştirmesi için güven verecekti. Walden adeta, Humboldt’un Kozmos eserine cevap niteliğindedir.

 

Doğayla Uyumlu ve Minimal Bir Yaşam Örneği: Henry David Thoreau

Thoreau, Harvard Üniversitesi’nde eğitimini tamamlayıp, Walden Gölü kenarına yerleşir. Burada kendi yaptığı barakada doğayla uyumlu bir yaşam sürmektir amacı. O, ihtiyaç duyduğu yiyeceğin de neredeyse tamamını kendi yetiştirir. Az yemek hayatının en önemli düsturlarından birisi olduğu için de çok zorlanmaz kendi yiyeceğini temin etmekte. Çok az şey için yakınındaki kasabaya başvurur. Kasabaya, daha çok insanlarla sohbet etmek ve onlarla ilişki geliştirmek için gider. Kasabalıyla iletişiminde şehirden gelmiş bir entelektüel havası estirmez. Fakat basit köylü kafasını da aşağılamaya düşmeden, özenli bir dille eleştirir.

 Thoreau, Walden Gölü’nde ve etrafındaki ormanda sürekli gözlemler yapıp, onları kaydeder. Bir de günlük tutar. Doğadaki yaşamdan edindiği bilgileri şiir diliyle yazıya döker. Yazdıkları kimi tanınmış şahsiyetler tarafından alaya alınırken, o Humboldt’un yazdıklarından güç almaktadır. Humboldt, doğa gözlemlerini şiirsel bir söyleyişle kaleme aldığı için çok büyük bir yelpazedeki şair, ressam, bilim insanı, yazar ve entelektüeli etkilemiştir. Sağlığında sadece iki kitabı basılan ve birisi satış açısından fiyaskoyla sonuçlanan Thoreau, ölümünden sonra basılan tüm eserleri ve günlükleriyle İngilizceyi en iyi kullanan yazarlar arasında gösterilmiştir.

Kendisinden on dört yaş büyük olan Ralph Valdo Emerson’la çok yakın arkadaşlığı olan Thoreau, onun transandantal fikirlerinden çok etkilenmiş ve hayatına uygulamaya çalışmıştır. Doğayla uyumlu yaşama çabası da onu tam bir panteist yaparken, İncil’den etkilendiğini ve Hristiyanlığı reddetmediğini de dile getirmiştir. Thoreau’nun bu görüşleri ve yaşam felsefesi derin ekolojinin kurucusu Arne Naas’a rehber olmuştur. Yeri gelmişken derin ekolojiden bahsedecek olursak eğer: derin ekoloji akademik çevreler dışında hatırı sayılır bir kitle tarafından sahiplenilmiş ve en önemli iki ilkesi şunlardır.

“1.Dünya’daki insan ve insan dışı yaşamın refahı ve gelişmesi asli değer taşır ( eş anlamlılar: içsel değer, içkin değer ). Bu değerler insan dışı dünyanın insani amaçlar için kullanışlı olmasından bağımsızdır.

2.İnsan yaşamının ve kültürlerin gelişmesi ancak çok daha küçük bir nüfusla mümkündür. İnsan dışı yaşamın gelişmesiyse daha küçük bir nüfusu zorunlu kılar.”7

Derin ekoloji, insan merkezciliğin karşısına doğa merkezciliği koyar. Bu yaklaşım kimi derin ekolojist yazarlarca abartılıp, insan düşmanlığına dönüşünce derin ekoloji akımı ciddi eleştirilerle yüz yüze kalmıştır. En önemli eleştirilerden birisi de insanın diğer canlılarla aynı görülmesinden dolayı, doğayla yeniden kuracağı ilişkisindeki onarma sorumluluğunun hafife alınmasınadır. Örneğin bu yaklaşım eko eleştiriye ilk modern örneklerden birisi olan D.H.Lawrence’ın Âşık Kadınlar romanında dile gelir. Lawrence, romanındaki karakterine “şu insan türünün yok olmasını istiyorum” dedirterek insanın doğaya yapıp ettiklerine tepkisini gösterir. Dave Foreman ve Christopher Manes gibi derin ekolojist yazarlar ise özellikle nüfus konusunda zalimce açıklamalarda bulunmuştur. Asıl hedefin kapitalist üretim-tüketim ilişkileri olması gerekirken nüfusa odaklanmak sistemin sorumluluğunu gölgede bırakır. Tabii aşırı nüfus, doğru bir yaklaşımla bir sorun olarak görülmelidir.

 

Thoreau’nun yaşam felsefesi:

“1-) İnsanlar doğuştan hür yaratılmıştır, fakat kısa zamanda hükümetleri onları esir eder. Fakat asıl esaret insanların maddiyata önem vererek kendi kendilerini esir etmesidir. “Ben derim ki, bu ülkede şiire, felsefeye, yaşantının tümüne en zıt düşen, hatta cinayetten daha zararlı olan, bu para hırsıdır.”
2-) Gerçek özgürlük, bir insanın kendi ihtiyaçlarını mümkün olduğu kadar kendisinin karşılaması ile elde edilir.
3-) Sıhhat ve mutluluk, en iyi şekilde, yaşamı basitleştirerek, doğaya yakın ve uyumlu ilişkiler kurarak gerçekleşebilir.
4-) Gerçekler, her şeyden, aşk, para ve şöhretten çok daha önemlidir. Ama önümüze konulan gerçekler ne kadar ünlü otoritelerden gelirse gelsin, ispatsız kabul edilemez.” 8

Thoreau’nun, insanların mücadele geleneğine yaptığı en büyük katkılardan birisi ise; temellerini Gönüllü Kulluk Üzerine Bir Söylev kitabında 1600’lü yılların başlarında Etienne de la Boetie’nin attığı sivil itaatsizlik kavramıdır. Meşru bulmadığı devlet yaptırımlarını yerine getirmeyip, şiddete başvurmadan karşı koyma şeklinde özetleyebileceğimiz sivil itaatsizlik Gandhi’nin eylemlerine de rehber olmuştur. Bu kavramdan ilham alanlar arasında Tolstoy ve Martin Luther King de yer alır. Thoreau ile aynı dönemde yaşamış olan Herman Melville’i de ilk pasif direniş romanı olan Kâtip Bartleby’yi yazdığını söyleyerek anmalıyız.

Thoreau, bireyin kendisini gerçekleştirmesini ve özelikle doğa tahribatına yol açan tüketimini minimuma indirmesi gerektiği konusundaki iradesini çok önemser. Ona göre asıl kurtuluş bireyin kendi kendisini eğitmesiyle gelecektir. Dünyanın kurtuluşunun ise yaban yaşamda yattığını düşünen Thoreau, milli park kavramını da literatürümüze ilk sokan insandır. Thoreau için son bir cümle söyleyeceksek eğer; o düşündüğü gibi yaşadı ve kendi deyimiyle pişmanlık duygusunu hiç tatmadı diyebiliriz. Ve Amerika’da Thoreau’nun açtığı yola en büyük katkıyı daha sonra Murray Bookchin yapacaktı.

 

Özgür Ekolojik Toplumun Gerçekleşmesine Adanmış Bir Yaşam: Murray Bookchin

Almanya’daki Humboldt Üniversitesi toplumsal ekoloji bölümüne konferansa çağrıldığında Bookchin, hayatının en mutlu anlarından birisini yaşamıştır herhalde. Herhangi bir akademik kariyeri olmayan Bookchin, nihayet çabalarının sonucunu alıyor ve güzel bir ironiyle de büyük bilim insanı Humbolt’un adının verildiği üniversiteye, kurucusu olduğu toplumsal ekoloji kavramını anlatmaya gidiyordu. Hem de bu isimde bir kürsüde.

 1950’li yıllardan beri toplumsal ekoloji kavramını üretip, sayısız eserler veren Bookchin, 1970’li yıllara gelindiğinde farkedilmeye başlamıştı. Örneğin; 1973 yılında büyük şehirlerin “hastalıklı bir büyüme” gösterdiğini söyleyerek, Küçük Güzeldir kitabını yayınlayan E.F.Schumacher, Bookchin’in “Sentetik Çevremiz” adlı çalışmasından çok etkilenmişti. Herbert Marcuse, 1972 yılında yayımlanan Karşı Devrim ve İsyan kitabında Bookchin’in söylediklerini yinelercesine “Doğanın özgürleştirici güçlerinin keşfi ve bunların özgür bir toplum inşasındaki yaşamsal rolleri, toplumsal değişimde yeni bir güç haline gelmektedir. İnsanın kendi insani yetilerine doğru özgürleşmesi, doğanın özgürlüğüne bağlı olduğu için toplumsal ve ekolojik değişimler bir arada yürütülmelidir”9 diyecekti.

1974 yılında Mülksüzler’i yayınlayan Ursula K.Le Guin ise; “Bookchin’in yazıları, benim Mülksüzler’de betimlediğim anarşist ütopyamı ortaya koyan düşüncelerin en temel kaynaklarından biri olmuştu”10 diyordu. Ursula K.Le Guin, Bookchin’i çağın yetiştirdiği en ele avuca sığmaz filozoflardan birisi olarak anar. 1975 yılında da aktivist - yazar Ernest Callenbach, Bookchin’in ekotopya kavramını sonradan çok popüler olan romanına isim olarak verecekti. 11

Bookchin’in felsefi düşüncesinin ve ekolojik krize çözüm önerilerinin ayrıntılarına geçmeden önce bu etkileşimleri vermemizin sebebi, onun çok zor koşullarda düşüncelerini yaymaya çalışıp uzun zamanda ve büyük bir sabırla başarıya ulaşabilmesiydi. Gerçekten de Bookchin, Marksizm ve anarşizmin o zamana kadar teorik ve pratik mirasını eleştirel bir şekilde ele alıp Toplumsal Ekoloji kavramını bir ideoloji olarak ortaya attığı yıllarda ABD’deki solcular arasında Çin, Küba ve Vietnam devrimlerinin etkisiyle başka bir siyasal iklim hâkimdi. Ama Bookchin, bu çevrelerde şiddetle eleştiriye tutulma pahasına otonomiyi ve hiyerarşisiz örgütlenmeyi, tek başına bile kalsa hep savundu. Ve ekoloji kavramının önemini insanların gündemine sokmayı bir biçimde başardı.

 

Bookchin Düşüncesine Kısa Bir Giriş

Bookchin’in temel çıkış noktası insanın insana olan tahakkümünün insanın doğaya olan tahakkümünü doğuruyor olmasıdır. Bu nedenle toplumsal ekoloji kavramını oluşturmuştur. Onun toplumu bir ekosistem gibidir. Her şey birbirine bağlı ve “karşılıklı yardımlaşma” içerisinde olmalıdır. Bu ekolojik - holistik anlayışta; toplumsal cinsiyet, ekonomi, doğanın dengesi, ırkçılık ve etnik sorun gibi konuların hiçbirisi diğerinin önüne geçmez. İnsan, bu konulardaki sorumluluklarını üstlenerek, hiyerarşik olmayan, yüz yüze konuşarak kararlar aldığı meclisler aracılığıyla ancak özgürlüğünü yaşayabilir. Bunları hayata geçirmek için devrimi beklemeye de gerek yoktur. Örgütlenilebilen mahalle, kasaba, ilçe meclisleri aracılığıyla ve özgürlükçü belediyecilik anlayışıyla kent içinde adeta başka bir uygulama alanı oluşturulur. Bu aynı zamanda, bir toplumsal siyasi krizle halkın sokaklara döküldüğü devrimci durumda kurumların hazır olması anlamına gelir. Aksi takdirde toplumun birden ortaya çıkan isyanı, muhatabını bulamadığı için sönümlenip kaybolacaktır. Bookchin’in, meramını anlamaya bir giriş olması açısından, üzerinde önemle durduğu temel konuları kısaca aktaralım:

 

Hiyerarşi ve sömürü

 Hiyerarşinin çözülüşü Murray Bookchin’in en önemli sorunsalıdır diyebiliriz. Çünkü her türlü hiyerarşik ilişki, toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş durumdadır. Zaten, en kapsamlı çalışması olan Özgürlüğün Ekolojisi kitabının alt başlığı da “hiyerarşinin ortaya çıkışı ve çözülüşüdür.” Eğer hiyerarşiyi ortadan kaldırmak istiyorsak, ilk önce onun nasıl ortaya çıktığını anlamak zorundayız. Bookchin bunun farkındaydı ve hiyerarşinin yükselişi sorunu, çok eskiye giden bir tarih araştırması gerektirdiğinden antropoloji alanında yoğun bir çalışma programı hazırlamıştı kendisine. Yapmış olduğu araştırmalar sonucu ilk insan topluluklarının doğa içinde, küçük ölçeklerde, hiyerarşisiz ve eşitlikçi bir şekilde yaşadıklarını gördü. “Dorothy Lee, Wintu Topluluğunda, eşitlik kavramının şeylerin en derin doğasında olduğunu yazmıştı. Buna bağlı olarak Wintu dili hiyerarşik kelime ve anlamlardan bağımsızdı. Bir anne çocuğun isteklerini göz ardı eden bir dille konuşmazdı. Örneğin; “bebeği götürdüm” demezdi; “bebekle birlikte gittim” derdi.12 Bu ilk insan toplulukları sadece eşitlikçi değil aynı zamanda her biri bir diğerine karşılıklı bağımlı ve anamerkezli yapıdaydılar. Kadın işleri ve erkek işleri eşit önemde olup birbirinin tamamlayıcısıydılar. İnsanlar sadece ihtiyacı olan kadarını alırlardı, yani adı konulmamış kullanım hakkı ilkesine uygun olarak davranırlardı. Bu çerçevede ilk insan toplulukları hem kendi aralarında hem de doğal dünyayla uyum içerisinde yaşadılar. Kendi toplumsal yapıları eşitlikçi ve dayanışmacı olduğu için doğayı da öyle algıladılar.

Bookchin’in “organik toplum” olarak tanımladığının dışında kalan topluluklarda, hiyerarşi kendiliğinden ve aşamalı olarak ortaya çıkmıştı. Örneğin; güçlerini kaybettikçe zayıf duruma düşeceğini düşünen yaşlılar, bilgiyi son ana kadar kendi tekellerinde tutup buna dayanarak gençler üzerinde gerontokratik bir hegemonya kurmaya başladılar. Arkasından şamanların ve rahiplerin hiyerarşisi geldi. Şamanların bazı savaşçılara kutsal anlamlar atfetmesi onları kabile reisleri haline getirdi. Bu durum özellikle kadınlar ve gençler üzerinde bir hiyerarşiye yol açacak, kullanılan dile de yavaş yavaş aşağılama kelimeleri girecekti. Yaş, ırk ve toplumsal cinsiyet ayrışmaları giderek toplumların ayrılmaz bir parçası haline geldi. Tarıma geçiş ve hayvanların evcilleştirilmesi ise bazı insanlara toprak mülkiyeti üzerinden bir ayrıcalık getirerek, sınıf ayrışmasını toplum yaşamına soktu. Bu durum için Jean Jacques Rousseau şöyle söyleyecekti: “ topluluktaki insanlardan biri bir toprak parçasını çitle çevirip burası benim dediği ve diğerlerinin de ses çıkarmadığı an mahvolduğumuz yani davayı kaybettiğimiz ilk andır”. Pandora’nın kutusu bir daha kolay kolay kapanmamak üzere açılmıştır artık. Burada, kapitalist topluma gelinceye kadarki süreci uzun uzadıya anlatmayacağız. Fakat Bookchin’in şu önemli tespitini anmadan geçmeyelim: “hiyerarşik yapının toplumsal yaşantı içerisinde yerleşmesinin bir uzantısı olarak insan, kendini daha üstün görüp, doğa ile olan ilişkisini de bir hiyerarşi içerisinde tanımlamaya başladı. İnsanlar ve onların iş güçleri salt üretim aracı olarak görülmeye başlandıkça doğanın kendisi de artan bir biçimde doğal kaynaklar olarak algılanmaya başlandı.” 13

 

Birinci Doğa İkinci Doğa Meselesi

Neyin doğal neyin doğal olmadığına dair yargılar uzun zamandır sürdürülen tartışmalara ve etik karışıklığa sebep olmuştur. Batı felsefesi merkezli yaklaşım el değmemişlik üzerinden birinci doğa ve insan müdahalesi üzerinden gelişen ikinci doğa kavramlarını felsefi literatüre sokmuştur. Bu durum insanın ve eylemlerinin doğal olmadığı gibi yaygın bir kanı oluşmasına yol açmıştır. İnsan ve ürettiği şeyleri doğa dışı görmemiz mümkün değildir. Tabii ki bu söylem insan eliyle oluşturulan kimi nesnelerin ve faaliyetlerin inorganikliğini görmezden gelmeyi gerektirmez. Sorun, oluşan bu “ikinci doğa” yı neye ve nasıl evrilteceğimiz sorunudur. “İkinci doğa” yı yok edip yerine tekrar “birinci doğa” yı koyma karşıtlığı üzerinden oluşturulmaya çalışılan bir çözüm yönteminin, nesnel temeli yoktur.

Murray Bookchin vahşi “birinci doğa” ve insan eliyle yaratılan toplumsal “ikinci doğa” ikilemine karşı çıkar. Bu iki gelişimi yadsıyamayacağımız yaratıcı ve ortak bir evrim olarak ele alır. Bookchin, insanlığın zihinsel ve kültürel anlamda ulaştığı aşamadan ilksel duruma geri dönemeyeceğini ve fakat elinde olan imkan ve nesneleri nasıl kullanması gerektiğine dair bir ekolojik etik geliştirmeye ihtiyacı olduğunu söyler.

Mistik ekolojistler ise “biyo-merkezci” kavramlarıyla insanlığın ve ikinci doğanın sorunlarını sıklıkla aşağılarlar. Böylesi ekolojik bakışlar “vahşilik” olarak düşündükleri birinci doğaya saygıda kusur etmezken genellikle insan türünü evrimsel bir felaket, biyosferdeki bir “kanser” olarak görür. Bookchin, hayatının önemli bir kısmında eko merkezciliği insan düşmanlığına kadar vardıran derin ekolojistlerin radikal kanadıyla uğraşmıştır.

 

"Kentsiz Kentleşme" Kamusal Alan ve Teknoloji

Bookchin, kent tarihini tamamen olumsuz olarak görmez. Ona göre; hareket alanı geniş, erkeğin kadın üzerinde ve yaşlıların gençler üzerinde kurduğu hiyerarşi ve kan bağından kaynaklı istilacılığa dayalı savaş hiyerarşisi kabile yaşantısının can sıkıcı gerçekleridir. İlk kent yaşamı ise kardeşlik ve yurttaşlık hukukuna dayalı topluma geçiş açısından olumludur. Uzak geçmişin kentleri, aralarında farklılıklar olsa da doğal çevre, etik ve tinsellik üzerinden benzer yapılardaydı.

Eski kentlerde yurttaşlık kavramı, kendi yaşamının ve toplumun sorumluluğunu üstlenme noktasında hakkını veren bir içeriğe sahipti. Fakat kentler zamanla aşırı büyümüş, kır yaşamı ile arasında bir uçurum ve yabancılaşma oluşturarak sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Günümüzde, nüfusu yirmi beş milyonlara ulaşan kentler, tüketim ve toplumsal yaşam üzerinden baktığımızda göz korkutucudur. Kentin fazlaca büyümesi merkezileşmeyi ve merkezin otoritesini hat safhaya çıkarır. Bunun en önemli modeli ise ulus-devlettir.

Modernliğin yaratacağı en büyük sıkıntının insanın ruhunu kaybetmesi, birbirine ve doğaya yabancılaşması olduğunu Goethe, Fourier, Marx, Nietzsche, Dostoyevski ve Boudlaire eserleriyle birkaç yüzyıl önce ortaya koymuştu. Çok sevdiği Fourier’in takipçisi olarak Bookchin, bu bağlamda kamusal alana sahip çıkmayı çok önemser ve şöyle der: “Bir kamu alanı yaratmak için özgür bir çaba içinde olmazsak eğer, siyasi topluluk kalıbı sadece metafor olarak kalır; hiçbir sese, yüze ve tutkuya sahip olamaz. Dolayısıyla bu topluluğun potansiyel bileşenleri yalıtılmış barınaklarında, amaçsız yaşamlarında, kişisel anonimliklerinde ve düşünceye dayalı olmayan “zevklerinde” özelleşir. Kullanmaya zorunlu tutuldukları elektronik araçlar kadar kansız, giydikleri modaya uygun giysiler kadar düşüncesiz, kendilerini avuttukları ev hayvanları kadar dilsiz hale gelirler.” 14

Teknolojiyi ve teknoloji üretimini incelediğimizde paradoksal bir durum karşımıza çıkıyor. Teknik, bir yandan yaşamı kolaylaştıracak büyük imkânlar sunarken bir yandan da üretim-tüketim süreçleriyle doğa tahribatının ve yabancılaşmanın kucağına iter bizi. Modern zamanların teknik anlayışı; hammadde, girdi-çıktı, azami kâr ve bol tüketim, eskisini atıp yenisini alma gibi konulara odaklanır. Antik Yunan’da ortaya çıkan techne anlayışı ise nesnelerin toplumun ihtiyacından fazla üretilmemesine, uzun ömürlü ve kolay tamir edilebilir olmasına dikkat eden zanaatkârlık içeriğine sahiptir. Bookchin, toplumsal-ekolojik sorunların çözümünü, tekniği bir kenara bırakıp emek yoğun çalışmada bulan dönemin kimi akademisyenlerini şiddetle eleştirir. Onların işçilerin halini anlamadığını ve insanın kendi toplumsallaşması ve kültürel faaliyetleri için zaman yaratma ihtiyacını göremediklerini söyler. Ekolojik krizin sebebini nasıl ki sadece nüfus yoğunluğu olarak gösteremezsek kimi çevrelerin iddia ettiği gibi tek başına teknoloji sorunu olarak da gösteremeyiz. İlksel toplumlara geri dönme düşü kursak bile, zihinlerimizde yer etmiş olan teknik bilgisi yok olmayacağı için, bize düşen şey onu doğadaki tahribatları gidermeye yönelik bir akılcılıkla ve sınırlanmış haliyle kullanmaktır. Bunun için de ihtiyaçlarımızı yeniden tanımlayıp, tüketimi en az seviyeye indirmek hayati önemdedir. Bir toplum düşünün, güvenlik sorunu ve reklam ihtiyacından dolayı her gece her yer yapay bir şekilde aydınlatılıyor. Başka bir toplum düşünün ki hırsızlık, taciz-tecavüz olmadığı için güvenlik sorunu yok. Kimse tüketime özendirilmediği için reklam diye bir olgu yok ve geceleyin şehirlerin üstüne çökerek gökyüzünü görünmez kılan onca gereksiz aydınlatmaya ihtiyaç duyulmuyor.

 

Bookchin’e Göre “Ne Yapmalı” ve “Nasıl Yapmalı”

İnsanın ve diğer canlıların yaşamlarını sürdürebilmesi açısından, artık zorunlu hale gelen ve başka bir dünya hedefleyen ekolojik-politik hareketin sürekliliği esastır. Doğayla uyumlu, kolektif ve sağlıklı bir ilişki geliştirebilmenin önkoşulu özel mülkiyetin, sınıfların, devletin ortadan kalkmasıdır.

Yaşadığımız toplumdan hayalini kurduğumuz özgür-ekolojik topluma geçmek, yoğun bir etik-entelektüel hazırlık süreci olmadan gerçekleşmeyecektir. Bu nedenle uzun bir eğitim sürecini göze almalıyız. Bookchin’e göre: "Başlangıçta geniş bir kamuoyunun dikkatini çekecek önemli meseleler ortaya çıkmadıkça yalnızca az sayıda insan böyle bir harekette çalışacak, mahalle meclislerine ve yerel yönetim konfederasyonlarına katılacaktır. İnsanlar kendi bölgelerinde oluşacak bir ekolojik hareket durumunda ateşli bir atılımla ortaya çıkabilirler. Bu bizi yanıltmamalıdır, çünkü bir anda yanan ateş aynı hızla sönümlenebilir. Önemli olan bu hareketlerin gelecekte yeniden çağrılabilecek bir gelenek yaratmaları ve sağladıkları popüler eğitimin topluluk üyeleri tarafından unutulmamasıdır. Topluluk, ekolojik-özgür toplum hedefini ödün vermeksizin bu eğitimlerde ortaya koymalıdır. Yeni programlar ve yeni politikalar bireyin yakın çevresi, ulaşım olanakları, ekonomik koşulları, çevre kirliliği sorunları, çalışma koşulları etrafında örgütlenmesi gerekir. Topluluk merkezli kooperatifler, mesleki merkezler ve nihayetinde yurttaş meclisleri kurarak iktidar mahallelere ve yerel yönetimlere aktarılmalıdır. Böyle bir hareketin başarısı, kazanacağı ani ve sürekli destekle ölçülemez. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, ekolojik yönelimli bir ekonomi karşısında bütünlüklü bir yaklaşımı temsil eder. Tarım ve sınai üretimle ilgili kararlar ve politikalar yurttaşlar tarafından yüz yüze toplanılan meclislerde alınır; insanlar işçiler, çiftçiler ya da profesyoneller olarak değil, mesleki uzmanlıklarına bakılmaksızın üretim etkinliklerinin yönlendirilmesinde yer alacak yurttaşlar olarak bu meclislere katılırlar. Meclislerde, gettolaştırılmış varlıklar olarak değil en üst düzeyde işleyen varlıklar olarak iş görürler.”

Yöneleceğimiz doğal tarım yoluyla, yalnızca besin tüketicileri olan bireyler olarak besin yetiştirme sürecine de dâhil oluruz. Yabancılaştırıldığımız doğal dünyaya bir bütün olarak yeniden yakınlaşırız. Ve toprak varlığımızın bir parçası haline gelir. Gittikçe yaygınlaşan gıda toplulukları ve toplum destekli tarım uygulamaları bunu sağlamada önemli bir işlev görmektedir. Gıda toplulukları, yerel üreticiyi doğal tarım kriterleriyle üretim yapmaya teşvik eder ve onun ürünlerini türeticilere ulaştırarak ekonomik olarak ayakta durmasını sağlar. Bookchin’in birlikte yaşam anlayışına göre: "Ekolojik bir topluluk, toprağı, fabrikaları, üretim ve dağıtım alanlarını merkezileştirmek yerine, ekonomisini yerel yönetime dönüştürür ve diğer yerel yönetimlerle bir araya gelerek kaynaklarını bölgesel bir konfedere sisteme dâhil eder. Toprak, fabrikalar ve ilişkiler mülkiyetçi bir çıkar geliştirebilecek işçi-üreticiler tarafından değil, özgür toplulukların halk meclisleri tarafından denetlenecektir. Bir anlamda herkes öz çıkarını düşünen bir ben, sınıfsal bir varlık ya da özelleşmiş bir kolektifin parçası olarak değil, bir bilinçli yurttaş olarak iş görecektir. Herkesin topluluğa elinden gelen en iyi biçimde katkıda bulunduğu ve ortak üretimden ihtiyaç duyduğu şeyi aldığı bir toplumda, özelleşmiş çıkarlarından bağımsız bir biçimde yaşayan birey, yurttaşlığa önceden görülmemiş geniş bir maddi dayanak kazandıracaktır.”

Ekolojik bir toplumun, yerleşik bulundukları doğal ekosisteme uyum sağlamış müstakil meskenlerin ya da daha küçük hane komünlerinin oluşturduğu birer komün olan, makul büyüklükteki yerel yönetimlerden oluşacağını söylemek hayalcilik olmaz. Topluluk halinde ya da birey halinde yaşama vizyonu, bugün olduğu gibi gelecek kuşaklarda da her bireyin alacağı kararlarla belirlenecektir.

Toplulukların birbirlerine her anlamda yakın olmaları sağlanır. Her yerel yönetim kendisine komşu olan yerel yönetimlerden makul bir ulaşım uzaklığında olur. Ulaşım raylı sistemle ve bisikletlerle sağlanır.Yapılması gereken işler Fourier’nin komünlerindeki gibi belli bir uzmanlık tanımlanmadan bireyler arasında dönüşümlü olarak yapılır.

Toprak ve bitkiler kendi doğal ortamında değerlendirileceği için kurulacak olan çeşitlilik ve denge sayesinde tarım ilaçlarına gerek kalmaz. Bazı bölgelerin olabildiğince büyük kısımları yaban yaşam için ayrılır. İnsan türcülüğünü esas alan planlamalara son verilir. Çeşitlendirilmiş bir iş süreci ve sağlık amacıyla bedenin fiziksel olarak kullanımı teşvik edilir. Spor ve dengeli beslenme aracılığıyla önleyici halk sağlığı uygulanır.

Güneş ve rüzgâr enerjileri ihtiyaç temelinde yaygın kullanılır. Küçük ve çok amaçlı makinelere, ihtiyaca göre biçimlendirilmiş bir teknolojiye, nitelikli malların üretilmesine ve asgari bir enerji harcamasına dayanan sanayi tesisleri çeşitli bölgelere yerleştirilerek olabildiğince çok topluluğa hizmet edecektir. Ayrıca emekten tasarruf etmeye yarayan gereçlere -bunlar bilgisayarlar ya da otomatik makineler olabilir- büyük bir önem verilir. Bu, bireylere istedikleri boş zamanı yaratmada etkili olacaktır.

Hiyerarşik ilişkileri tartışmasız bir biçimde reddeden toplumsal ekoloji düşüncesinin önemi, doğa korumacılığı olmadığı anlamda ortaya çıkar. Korumacı mantığın kendisi yine hiyerarşik bakış açısının ürünüdür. Yoksa ilk en sert doğa koruma yasaları Hitler dönemi Almanya’sında çıkarılmıştır. Bu şekilde bir doğa korumacılığı ekofaşizm kavramının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Öncüsü Alman Ernst Moritz ve öğrencisi Wilhelm Riehl’dir. Riehl sanayileşme ve şehirleşme karşıtlığıyla ün salmıştır. Bariz bir Yahudi düşmanlığı fikrine sahip olup, şehirlerin Yahudi icadı olduğunu ve Almanların bu vesileyle saf köylü yaşamından koparıldığını düşünecek kadar ileri gider. Hitler döneminde ise varoluşçu filozof Martin Heidegger’in Blood und Boden yani kan ve toprak söylemi ekofaşizmi beslemiştir. Alman kanıyla ve teriyle sulanmış Alman toprakları temiz kalmalıdır. Bu temizlik anlayışı işin içine Yahudi düşmanlığını da katarak başka bir boyut kazanmıştır.

 

İnsanın Hayvana Ettiklerinin Yol Açtığı Doğa Tahribatı

Uğraşmamız gereken en önemli sorunlardan birisi de türcülük sorunudur. Temelini büyük oranda tek tanrılı dinlerin “her şey insan için yaratıldı” şeklindeki yaklaşımında ve hayvanları makine olarak gören belli bir dönemin Descartesçi felsefesinden alan bu bakış açısı hiyerarşi üretir. İnsanın kendisini her şeyin üstünde görme kibrini daim kılar. İnsanın, hayvana ettikleri “Faunaya Ağıt” sayısında yeterince işlendiği için burada uzun uzadıya bahsetmeyeceğiz ancak beslenme biçimimizin yarattığı doğa tahribatı açısından insan ve hayvan ilişkisine değinmek zorundayız. Hayvan yemenin etik tartışması, Phisagor’dan bu yana yapılıyor. Hatta vejetaryen kavramı üretilinceye kadar hepimizin bildiği gibi et yemeyenlere Phisagoryen denirdi. Bugünkü insan hem kendi yiyeceği için bitki ekiyor hem de yediği hayvanların beslenmesi için büyük arazileri istila ediyor. Endüstriyel et, süt ve yumurta tüketiminin ulaştığı boyut hayvanların yem ihtiyacı için maalesef devasa arazilere ihtiyaç duyuyor. Bunun yanında büyük çiftlikler inanılmaz derecede su ve enerji tüketiyor. Böylece doğa tahribatı çok yönlü bir biçimde işliyor. Oysa veganlık yaygınlaşmış olsa ekim için çok daha az arazi ihtiyacı olacak ve büyük çiftlikler kendiliğinden yok olacak.

Dönemin ihtiyacını en iyi karşılama potansiyeli taşıyan toplumsal ekolojiye ve kurucusu Murray Bookchin’e büyük bir yer ayırdık bu yazıda. Fakat şunu da belirtmeliyiz ki bütün eserlerini okuduğumuz Bookchin’in insanın hiyerarşik davranışına ve türcülüğe büyük bir vurgu yapmasına rağmen, et yemeyi hiç eleştirmediğini gördük. Biyografisinden anlıyoruz ki ara ara kendisi de et tüketiyormuş. 2017 yılının Ekim ayında Bilbao’da yapılan 2. Uluslararası Toplumsal Ekoloji Konferansı’nda karşılaştığımız kızı Debbie Bookchin ile konuştuğumuzda o da bunu doğruluyordu. Ama konferansa katılan tüm toplumsal ekoljistler, üç günlük konferans boyunca sadece vegan yemekler yiyerek ve normal hayatlarında da vegan-vejetaryen olduğunu söyleyerek Bookchin’i ileri taşımış oldular bu anlamda.

Buraya kadar andığımız filozoflar dışında ekolojik krize çözüm önerileri sunan daha bir çok yazar ve aktivist var elbette. Yazının sınırları buna elvermediği için tüm yaklaşımları ele alamadık. Bu konuda çığır açan filozoflara daha çok yer verdik. Fakat 2000’li yılların ekososyalist manifestosunu yazan Joel Kovel ve Michael Löwy’i de anmadan geçmeyelim. Yakın zamanda kaybettiğimiz, Tarih ve Tin, Arzu Çağı ve Doğanın Düşmanı gibi çok önemli eserlere imza atmış Joel Kovel, asıl alanı Psikoanaliz ve Antropoloji olmasına rağmen dert edindiği ekoloji konusunda bir aktivist-yazar olarak çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Çok güncel olması ve ekoloji camiasında yankı uyandırması bakımından George Monbiot’nun “Yaban Yaşam” çalışmasını da kısaca ele almalıyız. Monbiot, Türkçeye yeniden yabanlaştırma olarak çevrilebilen rewilding kavramı üzerine düşünürken ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğine dair kendi görüşlerini geliştirir. Monbiot’ya göre;

İlksel yabani yaşamı geri getirmek anlamsızdır ve mümkün de değildir zaten. O, aynen Bookchin’de olduğu gibi bir ekolojik etik çerçevesinde teknolojinin imkanlarından faydalanmayı önerir. Yeniden yabanlaştırmanın uygarlığı terk etmekle ilgisi yoktur, aksine geliştirmekle ilgilidir. Yani “insanı daha az sevmek değil, doğayı daha çok sevmektir.”

Korumacı anlayışa bilim insanlarının son doğa gözlemlerinin de ışığında karşı çıkar ve doğayı bir bahçe gibi yönetmeye kalkmanın olumsuz sonuçlar vereceğini söyler. Çünkü “doğa sadece canlı türlerinin bir araya gelmesinden değil, bunların birbirleriyle ve fiziksel çevreyle sürekli değişen ilişkilerinden oluşur. Yabanlaştırma, doğayı kontrol etme dürtüsüne direnmek ve onun kendi yolunu bulmasına izin vermek demektir.” 15

Endüstriyel hayvancılık yeniden yabanlaştırmanın önündeki en büyük engeldir.Toprağın yeniden yabanlaştırılması kadar denizin yeniden yabanlaştırılması da çok önemlidir. Çocukların doğayla ilişkisini geliştirip, eskiden olduğu gibi yaban yaşama katılması en kritik sorunlarımızdandır.Tarımdaki monokültür uygulamaları doğayı mahvettiği gibi insan yaşamını da tekdüzeleştirir.

Monbiot, son olarak dünyanın birçok yerinde, irade konularak gerçekleştirilen yaban yaşama bölgesel geri dönüşleri örnek vermektedir. Monbiot’nun çalışmasını bir bütün olarak ele aldığımızda: bütün bu önlemlerin kapitalizme rağmen nasıl gerçekleşeceğinden bahsetmediğini görüyoruz. Toplumsal bir değişimin olmadığı yerde bu tür çabalar izin verildiği kadarıyla ve yerel sonuçlar verebilir ancak.

 

Sonuç Yerine

Neoliberal politikaların artık insanların beklentilerine cevap vermediği bir döneme girdik. Bu, her ne kadar şimdilik mülteci sorununu da çok etkili bir şekilde kullanarak otoriteryen, ulusalcı ve içe kapanık devlet politikalarının işine yarasa da insanlar, küresel iklim krizi ve genel yaşam kalitesi konusunda, gerçek alternatifin kendi yaşamının sorumluluğunu almak anlamında doğrudan demokrasi olduğunu görecektir. Umutlu olmak için yeterince sebebimiz var. Genel olarak insanlarda, doğaya dönüş özlemi hızla yükseliyor. Tarihteki sayısız otonom yaşam çabaları da bize yol gösterecektir: İsviçre’nin kantonları; Fourier’in birçok ülkeye yayılmış komünleri; Alexis de Tocqueville’den öğrendiğimiz kadarıyla ABD’de çok uzun bir süre yaşayan kasaba ve kent meclisleri; 72 günde bile birçok dönüşüm gerçekleştirmiş Paris Komünü; İspanya iç savaşı ve CNT sendikası bu örneklerdendir.

Umut verici küresel örgütlenme olarak ise La Via Campesina16 öne çıkmaktadır. Ekolojik tahribat küresel ölçekte olduğu için uluslararası bir dayanışma çok önemlidir. Bunu yıllar öncesinden fark eden dünyanın 69 ülkesinden 148 çiftçi örgütü 1993 yılında La Via Campesina’yı kurdu. Türkiyeli çiftçiler de Çiftçi Sen’in öncülüğünde 2004 yılında bu birliğe üye olmuştur. Cinsiyet eşitliği, ekoloji ve ekonomik adaleti merkezine koyan LVC, deyim yerindeyse tam bir uluslararası toplumsal ekolojik örgütlenmedir.

Joel Kovel, ölmeden kısa bir süre önce şöyle diyordu; “ Kapitalizm dünyayı büyük bir ekolojik kriz ortamına sokarak bize bir fırsat da vermiş oldu. Tüm canlı hayatı mahveden kapitalizme bir son verip, tarihe böyle geçme fırsatı.”

Ya barbarlık içerisinde sefil yaşamlarımıza bir süre daha devam ederek birçok canlı türüyle birlikte kendimizi de yok edeceğiz ya da özgür, ekolojik, sınıfsız ve sınırsız bir dünyanın kapısını aralayarak derin bir nefes alacağız.

___________________________________________

1 Joel Kovel, Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu, Metis Yayınları Haziran 2005

2 Öz-gerçekleştirme: insanın kendini tüm yeteneklerini ve potansiyellerini kullanabilecek şekilde yetiştirmesi anlamında bir ruhbilim terimi olan “self-realization”ın karşılığı olarak kullanılmıştır.

3 John Clark - Camille Martin, Anarşi, Coğrafya, Modernite, Elisée Reclus’nün Seçilmiş Yazıları, Can Yayınları, 2016, sf: 52

4 Kristin Ross, Ortak Lüks, Metis Yayınları, Nisan 2016

5 John Clark – Camille Martin, Anarşi, Coğrafya, Modernite, Elisée Reclus’nün Seçilmiş Yazıları, Can Yayınları, 2016, sf: 127

6 Richard Sennett, Beraber, Ayrıntı Yayınları 2012

7 Greg Garrard, Eko eleştiri, Kolektif Kitap, 2016, sf:42

8 Namık Karadeniz, Zamanın Geçtiği Hayaller, Henry David Thoreau yazısı

9 Janet Biehl, Ecology or Catastrophe, The Life of Murray Bookchin, Oxford Yayınları, 2015, sf: 157

10a.g.y., sf: 156

11 Ernest Callenbach, Ekotopya, Agora Yayınları 2010

12 Janet Biehl, Ecology or Catastrophe, The Life of Murray Bookchin, Oxford Yayınları, 2015, sf:142

13 a.g.y., sf: 143

14 Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Sümer Yayıncılık, 2013, sf: 450

15 George Monbiot, Yaban Yaşam, Everest Yayınları, 2018, sf: 24

16 Çiftçinin Yolu

 

Bu yazı ilk olarak Doğu Batı Düşünce dergisinde, Floraya Ağıt, 83.sayıda yayınlanmıştır