HDK'nin düzenlediği SOSYALİZM YENİDEN KONFERANSI'nda 9 Kasım 2025'te yapılan konuşmanın tam metnidir.
Öncelikle sosyalizm pratikleri açısından geriye dönüp eleştirel bir bakışla giriş yapmak istiyorum. 19. yüzyılda sosyalistler toplumsal değişimi ancak işçi sınıfının gerçekleştirebileceğini; bunun için de sanayinin gelişmesi ve işçi sınıfının sayıca artması gerektiğini düşündüler. Bu da sonuçta kalkınmacı bir anlayışa yol açtı. Aslında sanayinin en gelişmiş olduğu ve işçi sınıfının sayıca en güçlü olduğu ülke İngiltere'ydi ve bu ülke aynı zamanda reformizmin en güçlü olduğu ülkeydi. Radikal muhalefet hareketleri orada gelişmedi. İşçilerin radikalliği ilk kuşakla sınırlı kaldı. Almanya'da sanayi geliştikçe ve işçi sınıfı güçlendikçe orada da benzer bir şekilde reformizm güçlendi. 1. dünya savaşı sona ererken Rusya'da devrim yükseldi, Almanya'da ise egemenler, reformcu Sosyal Demokratların desteğiyle devrimi bastırdılar. Ancak tüm bunlara karşın Marksistler arasında sanayinin gelişmesinin devrimci bir işçi sınıfı yaratacağı anlayışı etkisini sürdürdü ve kalkınmacılığı destekledi. Onun ötesinde de Rusya'da kapitalist dünyayla rekabet için sanayiye öncelik verildi. Merkezi planlamayla sanayiyi geliştirmeyi amaçlayan bir devlet kapitalizmi ortaya çıktı. Ekolojik duyarlılık bu hedefe bir engel olarak görüldü. Çevreyi tahrip etmekte, ekolojik döngüleri yok etmekte sosyalist ülkeler kapitalist ülkelerden geri kalmadılar. Hızlı ve merkezi bir sanayileşme için köylülüğü sömürmeyi amaçlayan politikalar geliştirildi. Fosil yakıtların yaygınlaştırılması konusunda ileri kapitalist ülkelerin politikaları olduğu gibi benimsendi.
Oysa özellikle 1950'lerden bu yana çevre ve ekoloji konusunda duyarlı hareketler, uyarılarda bulunmuştu. 1950'lerde anti-nükleer hareketler yalnız atom bombasına değil, nükleer enerjiye de karşı çıktılar. Tarımda kullanılan zehirli kimyasallara karşı kampanyalar yürüttüler. 1960'lardan bu yana fosil yakıtlara karşı topluluk temelli yenilenebilir enerji seçeneklerini ortaya koydular. Megakentlerin, kent kuşaklarının doğayı nasıl tahrip ettiğini gözler önüne serdiler.
Tüm bunların temelinde doğayla insanı karşı karşıya koyan değil, doğayla uyumlu bir yaşamı amaçlayan bir bakış açısı var. Doğayı tahakküm altına almayı amaçlayan değil, onu daha üretken hale getirecek, doğayla uyumlu bir yaşam arayışı bu. En temelde ise doğayı kontrol edilmesi gereken durağan bir varlık değil, sürekli evrilen bir süreç olarak görmek yatıyor.
Doğanın evrimi basitten karmaşığa, çeşitliliğin artışıyla gelişen bir süreç. Bu evrim cansız doğadan canlıların ortaya çıkmasıyla ilerledi. Tek hücreli canlılardan bitkileri, daha sonra hayvanları ortaya çıkardı. Kendinin farkında olma ve bilinç bu evrim boyunca gelişti. Farklı özellikler gösteren milyonlarca canlı türü ortaya çıktı. Bunlar birbirlerini tamamlayan bir yaşam içinde eko-sistemler yarattılar.
Doğanın evrimi sonucu ortaya çıkan insan da toplumsal bir varlık olarak doğayla birlikte evriliyor. Bu toplumsal evrim doğadaki çeşitliliği yok ederek değil onu destekleyerek gelişmek durumunda. Yoksa insanların yaşadığı ortamlar da yok olacak. Oysa son beş bin yılda gelişen tahakküm biçimleri, yalnız insan üzerinde değil doğa üzerinde de hakimiyet düşüncesini ortaya çıkardı. Günümüzde öne çıkan tahakküm biçimi olan kapitalizm de bunu en uç noktaya getirdi. Çünkü kapitalizm ancak sermaye birikimini giderek yoğunlaştırarak varlığını koruyabilen bir sistem. Hayatın her alanını metalaştırarak, yeni tüketim nesneleri yaratarak sermaye birikimini amaçlıyor. Bu şekilde sermayenin sürekli büyütülmesi de doğanın daha fazla sömürülmesini ve tahrip edilmesini zorunlu kılıyor. Bunun yavaşlaması ise kriz olarak kayda geçiyor. Sonuçta da doğanın evrimini tersine çeviren, geriye saran bir toplumsal sistem içinde yaşıyoruz. Milyonlarca yıllık evrim sonucu ortaya çıkan ekosistemler tahrip oluyor, o habitatlarda yaşayan türler yok oluyor, verimli topraklar kimyasallarla yüklü cansız kuma dönüşüyor.
Sürekli sermaye birikimi merkezileşmiş üretim süreçlerini, bu da enerji ihtiyacını artırıyor. Gerek hammaddelerin ve ara ürünlerin gerek nihai ürünlerin çok uzak mesafelere ulaştırılması gerekiyor. Bu, ulaşım için fosil yakıt tüketiminin çok yüksek düzeylere çıkması demek. Üretimin merkezileşmesi onu kontrol edecek bürokrasilere, bu bürokrasilerin çalışma mekanı olarak devasa plazalara, gökdelenelere ihtiyaç duyuyor. Bu devasa binalar da aşırı enerji tüketimine yol açıyor. Ayrıca merkezileşme, megakentlerin ortaya çıkmasında önemli bir etken. Megakentler işe gidiş gelişte ve diğer ihtiyaçlar için daha fazla ulaşım, dolayısıyla daha fazla fosil yakıt tüketimi ve hava kirliliği demek. Tüm bunlar iklim krizine yol açtı ve bu kriz giderek derinleşiyor. Bu noktadan sonra radikal bir dönüşüm olmaksızın bu krizi aşmak olanaksız.
Kapitalizm bu şekilde tüketimi sürekli artırıyor, oysa insani ihtiyaçların karşılanması için sürekli artan bir maddi tüketime ihtiyaç yok. Aksine bu tüketim nesnelerini üretmek için doğanın bu şekilde giderek daha fazla tahrip edilmesi insani ihtiyaçların karşılanmasını olanaksız kılıyor. İnsanlar temiz havadan yoksun kalıyor, temiz su bulmak giderek zorlaşıyor. Sağlıklı besinleri üretmek zorlaşıyor. Megakentlerin zorunlu kıldığı ihtiyaçları karşılamak için insanlar sağlıksız ortamlarda, gerginlik içinde sürekli çalışmak ve yollarda saatlerini harcamak durumunda kalıyorlar. Ayrıca karar alma süreçlerinden dışlandıkları için robot gibi bir yaşam sürdürüyorlar. Reel sosyalizm de bu alanlarda kapitalist ülkelerle yarışa girerek aynı sorunları yarattı.
Tüm bunlara karşın sanayi devrimi öncesinde olduğu gibi insani boyutta kentler yaratabiliriz; temel ihtiyaçlara yürüme mesafesinde ulaşılabilecek bir yaşam kurabiliriz. Üstelik günümüz teknolojileriyle bu daha kolay. Ademi-merkeziyetçi bir yaklaşımla kurulacak böyle kentler tarımla imalatı bir araya getirebilir ve üretim süreçlerine daha geniş bir katılım sağlarken, insanları bu süreçlerde yer alan robotlar olmaktan çıkarabilir. Onların yaratıcılığının önünü açarak ekolojik çözümleri yaşama geçirebilir.
Bunun için öncelikle megakentlere göçü tersine çevirmek, küçük yerleşimleri canlandırmak gerekiyor. Büyük kentleri ise küçük kentler şeklinde yeniden örgütlemek gerekiyor. Bu küçük kentler sebze ve meyve ihtiyaçlarını olabildiğince karşılayabilecekleri yeşil kuşaklarla çevirilebilir. Ancak tümüyle kendine yeterli olmaları beklenmemeli, karşılıklı değiş tokuş ile diğer kentlerle paylaşarak ihtiyaçlarını karşılayabilirler. Üretimin ve dağıtımın genel koordinasyonu ise bu kentlerin oluşturacağı konfederasyonlar tarafından yapılabilir.
Bu şekilde tüm dünyayı birbiriyle dayanışma içinde gelişen yerel komünlerin konfederasyonu haline getirebiliriz. Böyle bir dönüşüm ütopik görünebilir, ama iklim krizini aşacak ekolojik bir toplum için başka bir seçeneğimiz yok. Şu anda detaylara girmek için vaktimiz olmasa da bu dönüşümü detaylı olarak konuşmamız ve tartışmamız gerekiyor.
Günümüzde artık sosyalizmin yalnız sınıf sömürüsünü ortadan kaldırmayı değil, doğayla uyumlu bir yaşam için kentleri ve diğer yerleşimleri böyle bir anlayışla yeniden kurmayı da hedeflemesi gerekiyor. Ancak böyle yeni bir toplumsal yaşam kurarak kapitalizmin başlattığı ve normal kıldığı doğa katliamlarının önüne geçmek mümkün olabilir. Özel otomobiller gibi kapitalizmin yarattığı yapay tüketim nesnelerinden ancak bu şekilde kurtulabiliriz. Üstelik böyle bir yeni yaşam, her türlü tahakküm ilişkisini ortadan kaldırabilecek komünal bir yaşamın da önkoşuludur.
Geçmişteki merkezi devlet yönetimine dayanarak sosyalizm kurma anlayışı ile sınıf tahakkümü dışındaki tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmak mümkün değildi. Çünkü merkezi yönetimler bürokrasinin yarattığı devlet tahakkümünü güçlendirirler; erkekleri öne çıkararak patriarkayı, gençler üzerinde tahakkümü güçlendirirler; ulusçu, ırkçı tahakkümler için uygun ortamlar yaratırlar. Yerel doğrudan demokrasi ise her türlü azınlığa ve ezilen kesime özgürlük yolunu açma potansiyeli taşır. En geniş politik katılım her kesimin sesinin duyulmasını sağlar. Böyle bir komünal demokrasi aynı zamanda yaşamın ekolojik bir bakışla yeniden kurulmasının önkoşuludur. Çünkü dünyanın radikal ekolojik bir dönüşümü ancak en geniş halk kesimlerinin aktif katılımıyla başarılabilir. Yukarıdan aşağıya alınacak kararlarla bu yaşama geçilemez. Ancak yerel katılım ile yerel komünal örgütlenmelerin konfederasyonları böyle bir dönüşümü gerçekleştirebilir. Bu konfederasyonlar yerelde alınan kararların koordinasyonunu ve ortak hedeflerin gerçekleşmesini sağlayabilir.
Sonuçta 21. yüzyılda sosyalizm başarıya ulaşacaksa birbirinden koparılamayacak iki hedefi birden kapsamak durumunda: Birincisi yaşamın maddi koşullarının ekolojik bir bakışla yeni baştan örgütlenmesi, ikincisi ise politik yapının her türlü tahakkümü reddeden, yerel doğrudan demokrasiye dayanan komünal konfederasyonlar olarak yeniden yaratılması. Her ne kadar burada politik örgütlenme daha öncelikli görülse de maddi yaşamın örgütlenmesinde bugünden yapılabilecek çok şey var. Kooperatifler oluşturarak bir çok alanda bugünden farklı üretim birimleri yaratılabilir, tüketim kooperatifleri ile bunlar desteklenebilir. Kapitalizmin yarattığı en zararlı tüketim alışkanlıklarına karşı bilinç yükseltilebilir. Ama tabii tüm bu çabaları mevcut devlet tahakkümü sona ermeden nihai çözüme ulaşamayacağımızı unutmadan yapmak gerek. Dolayısıyla kısa vadeli ve uzun vadeli hedefleri bu perspektifle belirleyerek ve sürekli netleştirerek örgütlenmek ve mücadele etmek durumundayız.
Kısa vadeli hedefler güncel acil ihtiyaçlara yanıt verecek şekilde saptanmalı ve en geniş katılımla netleştirilmelidir. Bu hedeflerin hem yerelde uygulanabilecek dönüşümleri hem de bölgesel ve ulusal hedefleri içeren farklı boyutlarının olması da gerekiyor. Ancak kısa vadeli hedefler konulması tüm tahakküm biçimlerine son verecek ekolojik toplum için mücadeleyi ertelemek anlamına gelmemeli. Bu anlamda her iki boyuttaki öncelikli hedeflerin, ekolojik toplum hedefini gözardı etmemesi, aksine ona yönelişi güçlendirecek şekilde formüle edilmesi önemli. Yerel düzeyde gerek sermayenin gerek devletin çoğu zaman el ele vererek doğayı talan etmesi de acil sorun olarak ortaya çıkabiliyor, bunlara karşı direnmek gerekiyor. Talan girişimleri maden ya da enerji projeleri olabildiği gibi her boyutta inşaat projeleri olarak da ortaya çıkıyor. Bunlara karşı direnişler yalnız belirli bir saldırıyı durdurmayı amaçlamamalı, aynı zamanda yerel halkın kendi geleceğini belirlemek için halk meclisleri ile örgütlenmesiyle taçlanmalıdır. Halk meclisleri hem geçim sorununa yanıt olabilecek hem de doğayla uyumlu üretimi amaçlayan kooperatiflerin örgütlenmesine liderlik edebilir.
Ekolojik topluma geçişi sağlayacak radikal dönüşümler gibi uzun vadeli hedeflere bugünden ulaşılabilecek kısa vadeli hedefler için mücadele olmadan ulaşamayacağımızı unutmamak gerek. Ancak acil ihtiyaçlara yönelik verilen mücadele ile geniş kesimlerin örgütlenmesini sağlayabiliriz. Ancak bugünden örgütlenen ve haklarını arayan insanlar, gelecekteki radikal dönüşümler için bilinçlenebilir ve kendilerini hazırlayabilirler. İleriye yönelik soyut hedefler için yaygın örgütlenmeler yaratamayız. Tarih boyunca devrimci örgütlenmeler ancak bugünden yarına elde edilebilecek özgürlükler ve somut hedefler için ortaya çıktılar. Komünal yaşamın yerelde örgütlenmesi de bugünden yarına ulaşılabilecek bir hedef.
Sonuç olarak günümüzde sosyalizmi ekolojik bir perspektifle yeniden düşünüp; doğrudan demokrasiye dayanmak anlamında özgürlükçü, komünalist; doğayla uyumlu olmak anlamında ekolojik bir sosyalizm için mücadele hattı örmek durumundayız. Bunun da uzun ve kısa vadeli hedeflerini netleştirecek programlarını ortaya koymak ve özellikle kısa vadeli hedefler için geniş kesimleri harekete geçirmek durumundayız.